Niçin “DATA”?
Seyre girdik… Seyredebildiğimizce…
Paylaşmaya çalıştık, dilimiz döndüğünce...
Ama yazdıklarım için “çok ağır ve derin konular, bu kadarına ne gerek var” dendi!.. Oysa, ben derin konulara henüz girmemiştim!.. Belki, derin konulara geçiş için hazırlık aşamasındaki bazı temel ön bilgileri oturtmaya çalışmaktaydım. Önce işin “hakikati” kavranmalıydı ki, sonra işin “marifeti”ne sıra gelsin; “Esmâ mertebesinin” hangi kanunlara veya sisteme göre “çok boyutlu tek kare resim olarak” seyri oluşuyor bilinsin… Demek ki bu konulara ve de KİTABIMIZ yani “Muhteşem BİLGİ KAYNAĞI” Kur’ân-ı Kerîm’in işaretlerinin açılımına bu anlayışlar doğrultusunda daha hiç gerek yok!.. Çünkü onlar, gerçekten çok derin! Size bu derinlik hakkında sadece bir örnek vermek istiyorum.
Önce âlim anlayışıyla bir âyet meâli:
“Vechini hanîf olarak (bir tanrıya tapınmaksızın, Allâh’a şirk koşmaksızın, doğru iman işlevselliğiyle) o tek Din’e doğrult! O Allâh fıtratı’na ki insanları onun üzerine yaratmıştır. Allâh yaratışına tebdil (bedel) yoktur (fıtrat değişmez; açığa çıkarmayı dilediği özelliktir, özel bir ismi ve kemâlâtı vardır)... İşte bu (hanîflik tabanlı fıtrat dini), Din-i Kayyim’dir (hep payidar, daim geçerli Sistem’dir)... Fakat insanların ekseriyeti bilmezler.” (30.Rûm: 30)
Şimdi de bu âyetin bizim seyrimize göre anlamı:
“Vechini” (holografik gerçeklik temelinde, hakikatindeki Esmâ mertebesi noktanı, ki varlığın o noktadan projekte olmaktadır) Hanîf olarak (varlıkta ikinci bir yaratıcı düşünmeksizin) O TEK DİN’e (TEK bir yaratış sistemine, Esmâ mertebesinin “çok boyutlu tek kare resim” seyrine) yönelt!.. O Allâh fıtratına(Allâh’ın Esmâ’sının işaret ettiği özelliklerle tüm varlığı holografik gerçeklik sistemiyle programlı olarak var edişine) ki insanları da bu sistem üzerine (varlıklarında hakikat noktası mevcut olarak ve o noktanın projeksiyonu olarak) yaratmıştır.
İşte bu (her birimin kendi hakikat noktasından –Rubûbiyet mertebesinden– projekte olarak var oluşu) DİN-İ KAYYİM’dir (her an ve ebeden geçerli sistemdir). Fakat insanların çoğunluğu bilmezler!”
“Vech”; varlığın algılanan sûretinin derûnundaki hakikat noktasıdır ki “ne yana dönersen Vechullâhı görürsün” uyarısı buna işaret eder. “Hanîflik”; TEK bir dışında ikinci bir varlık kabul etmemektir. “Fıtrat”; varlığın oluşturulma programıdır, seyrimizdeki tespite göre. Allâhu âlem!
Bu tür açılımlar çok derin nitelendiğine göre, artık bundan sonrası için, Nasreddin Hoca’nın yaptığı gibi, “Bilenler bilmeyenlere anlatsın” deyip, yazıları kesmek en doğrusu… Ya da konuları hafifletmek lazım… Öyle yapalım öyleyse...
Daha düne kadar, insanlar Güneş’in, Dünya’nın etrafında döndüğünü; Dünya’nın, evrenin merkezi olduğunu; bir madde âlem, bir de madde olmayan âlemler olduğunu kabulleniyorlardı. Şekilcilik, maddecilik, gardıropçuluk tüm toplumları her yönden teslim almıştı!
İnsan; yiyen, içen, seks yapan ve bu arada bu tür anlayışa göre şekillenen inançlar doğrultusunda gökteki tanrıya da tapınırsa, onun gözüne girip cennetine sokulacak bir varlık olarak kabulleniliyordu.
Bugün sanki çok mu farklı diyeceksiniz belki... Maalesef, ekseriyet bundan pek farklı görünmüyor bugün de! Bu sebeple, diğer eserlerimizi değerlendirerek belirli bir düzeyde birikim edinemeyenlerin, son yazılarımızı kavrayabilmeleri hayli güçleşmiş görünmektedir...
Rasûlullâh aleyhisselâm yanlış anlaşıldı çoğunluk tarafından; asansörle, kanatlı atla yanına gidilen bir tanrıya inanmamızı istediği kabul ediliyor… Günde beş defa gökte bir yerden bizi seyreden tanrının huzuruna çıkılıyor! Günde beş defa huzuruna çıkıp tapınan ve tapınmayanların hesabını tutuyor gökte bir yerden bizi seyrederken... Ya da yılda bir ay açlık ve susuzlukla sınıyor kendisine inananları...
Neyse; gerisini çok iyi biliyor, çevrenizde seyrediyorsunuz…
Kesin bir gerçek var ki... Mecazlardan hakikate uzanabilmek için, beynin mutlaka yeni açılımlar kazanması ve bilmediklerini fark etmesi gerekir. Bunu da eskiyi tekrarlayarak elde edemezsiniz!
Bildiğiniz kelimelerle bilmediklerinizi anlamaya çalışırsanız bunu çok ama çok zor başarırsınız!
Yeni bir anlayış için yeni bir kelime gerekir beyin çalışmasında. Böylece de beyindeki eski bazı girdiler, o kelime çevresinde yeni gelen verilerle birlikte yeni bir bütünlük sağlayarak yeni bir kavrayış getirir.
Aksi takdirde, beynin çalışma yapısı gereği, kelime ve isimlere karşılık, hep, ilk algılandıkları anki kavramlar değerlendirilir, onlara uygun imajlar oluşturulur!
Mesela, daha okula yeni başladığınız yıllarda, “nokta” kelimesi bir imlâ işareti olarak “.” şeklinde kayda girmiştir beyninizde… Şimdi ne kadar tasavvufî anlayıştaki “NOKTA”dan söz edilerek işaret yollu bir şey anlatılmaya çalışılırsa çalışılsın, bu kelimenin geçtiği her yerde, ister istemez “.” tasavvuru beyninizde canlanacaktır. Ama küçük, ama çok büyük bir “.”!
Eğer bu misalle bir şeyler anlatabildiysem, buna göre, bildiğiniz pek çok tasavvufî tâbire karşılık içinde bulunduğunuz durumu genişletebilirsiniz.
Beynin bu çalışma sistemini bildiğimizden dolayı biz, ilk olarak “ALLÂH ismiyle işaret edilen” tanımlamasıyla “ezberleri bozma” çalışmasına başlamıştık…
O, hiçbir insan veya yaratılmışın hayal veya tasavvurunun, havsalasının alamayacağı, “ALLÂH” ismiyle işaret edilen!..
O öyle bir “ALLÂH” ismiyle işaret edilen ki, “İLMİ”indeki “DATA”larından bir “DATA”da “Esmâ”sıyla, “Hakikat-i Muhammedî”yi irsâl eylemiş, O’nunla “Esmâ”sını seyreylemiş!
“ESM” kısaca “isimler” demektir. Yani, “Esmâ” kelimesiyle “ALLÂH” adıyla işaret edilene ait olarak bildirilmiş çeşitli “ÖZELLİKLER”e işaret edilir…
Bu “özellikler”, ayrı ayrı şeyler olmayıp; TEK BİR varlıkta bulunan, değişik işlevlerin açığa çıkmasına kaynak olan özelliklerdir.
İşte “Esmâ mertebesi” denildiğinde, sayısız özellikler sahibi TEK’ten söz edilir. “Es Samed, el Vâhid” gibi tanımlamalar bu “TEK”liğe işaret ederler.
TEK’in kendisinden her “AN” açığa çıkan (irsâl olan) sayısız özelliklerinden “münezzeh” oluşuna işaret etmek muradıyla, bu konuları işlerken yeni bir ezber bozucu olarak da “veri” veya “henüz işlenmemiş salt bilgi” anlamına gelen “DATA” tâbirini kullandık... Birçoklarına yabancı gelse de, aslında “data” tâbiri, günümüzde batılı pek çok araştırmacı bilim adamının yayınladığı eserlerinde, evrenin özündeki, onu meydana getiren “bilgi” anlamına yaygın biçimde kullanılmaktadır.
Bize göre, bazı yanlış anlamaları en kısa yoldan ortadan kaldıracak bir çözümdür bu… Zira, “Ulûhiyet”i dolayısıyla “ALLÂH” adıyla işaret edilmesi ve her mertebede Kendisinin gayrı olmayışı, pek çok kişinin zannında, “Esmâ mertebesinin” bir tür “tanrı-ilâh” şeklinde anlaşılmasına yol açmıştır. Dolayısıyla, hem şartlanmışlıklar ötesinde beyinlerde yeni açılımlar sağlaması bakımından hem de din bilgisinin modern bilimsel veriler ışığında hayalden uzak, güncel verilerle gerçekçi biçimde değerlendirilmesi ve doğru anlaşılabilmesi bakımından önemlidir bu yeni açılım!
Ne var ki geçmişte ve günümüzde bu konuda belirli bir temele sahip olmayan pek çok kişi hayrete düşmüş; “Esmâ” mertebesini “Allâh’ın Zâtı” sanmıştır. Ve dahi sanılmıştır ki, varlığını “Esmâ” mertebesinden Rubûbiyet hakikatine dayalı bir şekilde alması hasebiyle, nefs-birim, “ALLÂH” adıyla işaret edilendir; her şey “ALLÂH”tır!!!
Heyhât!.. Bu tür zanlar hep o “tanrı” varsayımlarının ürünleridir...
Oysa… “ALLÂH”, “ALLÂH”tır… Evren içre evrenler ve bilinen bilinmeyen her şey yalnızca bir “AN” içre “var” olup, sonrasında “yok” olan tek bir tecelli içinde yer alan bir figürden başka bir şey değildir!
“Kaldır başını göğe bak; sonra bir daha kaldır başını göğe bak...” diye uyarır Kur’ân.
Kaldıramıyorsan başını göğün sonsuzluğuna, önündeki TV ekranından, bilgisayarının monitöründen bak; galaksilerin, evrenin sonsuzluğunu hissetmeye çalış!
Bu muhteşem sonsuzluk ifade eden yaratış mucizesi içinde, Dünya’nın da, Berzahın da, cehennemin de, cennetin de bir hiç mesabesinde kaldığını düşünebilen; “her şey Allâh’tır!” diyebilir mi hiç?
Evet, “DATA” ismiyle işaret ettiğimiz, öyle bir “GERÇEKLİK”tir ki, İlmi, “ZÂT”ın ilminden gelir; “Esmâ”sı, yani sayısız isimlerle işaret edilen varlığındaki özelliklerin sonucu, dilemesiyle açığa çıkar her “AN” yeni bir “şan” şeklinde “çok boyutlu tek kare resim” olarak...
“DATA”yı biraz daha açıklamaya çalışırsak, diyebiliriz ki, açığa çıkmamış hâliyle “Esmâ mertebesi”!
Şu anlatımla biraz daha açmaya çalışayım:
Bir an “var” olup, bir an sonra “yok” olan “çok boyutlu tek kare resim” dediğimiz Esmâ tecellisini düşünüp hissetmeye çalışın… Bir an “var”, sonra “yok”!.. İşte tam bu noktada durun! O “yok” oluş anında, hiçbir Esmâ özelliği açığa çıkmamış “mutlak yokluk” hâli… Ama, “var” oluş anında ortaya çıkan tüm Esmâ’yı da kendi varlığında barındıran bir yokluk hâli! “DATA” kelimesiyle işaret etmeye çalıştığımız bu… (Araştırmacı bilim adamlarının bir kısmı buna “hâl”, “durum” anlamlarına gelen “state” tâbirini de kullanmaktadırlar batıda...)
“Âmâ” mertebesi denerek “DATA”nın işte bu hâli kastediliyor gerçekte müşahedemize göre. Yani, “Esmâ mertebesi” diye işaret edilen özelliklerin açığa çıkmamış, görünmez, karanlıkta olduğu “AN”! (Hâlbuki şartlanmamıza göre “âmâ” denince “kör, göremeyen” diye bir kavram düşünürüz...)
“Rabbimiz biz yaratılmazdan önce neredeydi?” sorusuna, “Altında ve üstünde hava olmayan âmâda idi!” açıklamasını hatırlayın!
İşte “NOKTA” ismiyle işaret edilmiş olanı “DATA” diye adlandırdığımızda; “Hakikat-i Muhammedî” veya “İNSAN” veya “El İnsan-ı Kâmil” isimleriyle “Esmâ” mertebesi anlatılmak istenmiştir.
Ne var ki burada dikkat edilmesi gereken çok ince ve hassas bir nokta söz konusudur!
DİKKAT!
Bu konuda beyin, verilerini değerlendirirken, kelimeler esfeli sâfîliyni şartları yüzünden kayma yapıp, yanlış fikirler de üretebilir. Şöyle ki, beyin, çalışma sistemi gereği, her fikri, tasavvur dediğimiz “imgeleme” işlevi sonucunda, bilinçte açığa çıkartmaktadır. Bu yüzden de kafanızda düşündüğünüz her fikir bir şekille sûretlenir. Oysa, “Hakikat” sûretsizdir! Sûret, “hakikat”in değil, sizin algı biçiminizin bir ürünüdür.
İşte bu hassas nokta yüzündendir ki bu konu, yanlış bir değerlendirmeyle şu şekilde anlaşılmamalıdır:
“DATA vardır “Esmâ mertebesi” olan… Ama bu “DATA” gibi sayısız “DATA”lar vardır “İLMULLÂH”ta… Bu “DATA” da o “İLMULLÂH”taki sayısız “DATA”lar okyanusunda yüzmekte olan “DATA”lardan bir “DATA”dır!”
Hayır, anlatılmak istenen gerçek asla bu değil!
“ULÛHİYET”iyle “İLMİ”ndeki “DATA”ları kapsayan; “El VASİ”den hareketle düşünebildiğimiz; “ALLÂH” ismiyle işaret edilen, “DATA”nın “AHADİYET”inden açılan kapının bâtınıdır, derûnudur. O’ndan “ayrı” bir şey değil! Ne var ki, bu “DATA”ya “aynı”lık yani “tümüyle O’dur”luk vermez. Belki hem “aynı”dır, hem “ayrı”!
“Aynı”dır, çünkü ayrı bir varlık değildir!.. “Ayrı”dır, “ALLÂH” adıyla işaret edilen, “DATA”da “İLMİ”ne GÖRE zâhir kıldığıyla tanımlanmaktan münezzehtir!
(Bir işaret: Zâhir kılmak ne demek? “Zâhir Bâtındır” ve dahi aynı şeydir ise “Ruhlarınız bedenlerinizdir...” uyarısı nasıl kavranır?)
“İlmiyle” işareti, “DATA” veya “NOKTA”nın “ZÂT”ına işaret ederken; “ilmini” diyerek “Esmâ”sının özellikleri; “ilminde” derken de bu “seyir”in “vehim nûrundan” meydana gelmişliği anlatılmak istenir düşünsel seyrimize göre.
Algılanan ya da algılanamayan, bildirilen veya bildirilmemiş olan her şey, varlığını “Allâh” ismiyle işaret edilenin “ULÛHİYET”inden aldığı içindir ki; “ULÛHİYET” kapsamı dışında hiçbir şey olmadığı içindir ki; “Esmâ” mertebesine “ALLÂH” denmiş; “Sen atmadın atan ALLÂH’tı” buyrulmuştur! “Teşbih” tâbiri, gerçeklerin işte bu tür anlatımına işaret sadedinde kullanılmıştır.
Öte yandan, “ALLÂH İLMİ”nde bir “NOKTA” olan “DATA” gibi sayısız “DATA”ların varlığı, “Zâtî ilim” tecellisine mazhar olanlarca bildirilmektedir! Ki bu da, olayın “tenzih” yanına işaret eder.
“Allâh’ı hakkıyla takdir edemediler...” (6.En’am: 91)
Bu hakikatleri seyre girdik… Seyredebildiğimizce…
Paylaşmaya çalıştık karşılıksız olarak sizlerle, dilimiz döndüğünce...
Ne var ki ardından sorular yağmurlar gibi yağdı, biz yazdıkça…
“Allâh ‘DATA’ mı?” diyenden; “Allâh sıfatlarını inkâr mı ediyorsun?” diyene kadar! Kimi diyor, “DİN’i somutlaştırdın”; kimi diyor “Herkesin gördüğü varlığı yok sayıyorsun, sen yoksan bunları yazan kim?”
Ortada gerçekte TEK bir realite var!..
Bu hakikat, geçmişte mecaz ve işaretlerle anlatılmaya çalışılmış… Bugün ise aynı realiteye, bilimsel veya bilimsellikten yola çıkan teorik yaklaşımlar söz konusu...
Biz yazılarımızda, geçmişin deyimleriyle konuya açıklık getirmek istediğimizde, çağın bilimlerini esas alanlar, “Ne diyorsun anlamıyoruz, şunu anlayacağımız gibi anlat” diyorlar… Çağın bilimselliğinin verilerinden yola çıkarak anlatmaya başladığımızda da, bu defa tasavvufun geçmişteki mecazlarını esas alanlar, “Ne uyduruyorsun, biz geçmişte kimseden duymadık bunları” diyorlar. Sanki geçmişte, bugün açıkladığımız veriler, çağdaş bilimsel tespitler vardı da, onlar bunu önemsemediler ve açıklamadılar!!!
Yazılarda her iki bakış ve deyimleri meczettiğimizde ise, bu kez iki tarafta yaygarayı basıyor, “Ne diyorsun, şunu anlayacağımız dille anlatsana” diyorlar…
İşte bu yüzdendir ki…
EZBER BOZMAK, beyinleri sorgulamaya, düşünmeye mecbur bırakmak için “DATA” dedim…
Evet… Gelelim günün sorusuna… Her an yeni bir “şan” sonucu “var” olup, akabinde “yok” olan; “DATA” indînde “çok boyutlu tek kare resim” olan yapı, hangi özellik dolayısıyladır ki, hep birbirini takip eder şekilde sanki senaryonun gereği çekilmiş filmin kareleri gibi birbirini takip etmektedir? Yani, “Allâh her an yeni bir şandadır” hükmü, nasıl olup da birbirini izler olaylar şeklinde tezahür etmektedir?
Bu tür bütün soruların cevapları hep “Esmâ” mertebesinde aranmalıdır! Çünkü tek kaynak orası…
Ama, şartlanma yollu edindiğiniz isimlerin anlamlarını bir yana koyarak. Yani, beşerî değer yargılarınıza göre o isimlere verdiğiniz anlamları bir yana koyarak! Zira o size ezberletilen, şartlanma yollu edindiğiniz anlamlar burada geçer akçe olmaz! O anlamlar, beşerin et-kemikli madde dünyasına göre, insan gibi düşünen ötedeki bir tanrı varsayımına göre anlatımlardır!
Oysa, “Esmâ” dediğimiz “isimler”, insan gibi düşünen, insan gibi özellikleri olan ötedeki bir tanrının değil, ismi “Allâh” olanın özelliklerine işaret eden isimlerdir...
İşte size bir örnek: “Esmâ ül Hüsnâ”dan “El HASİYB” ismini hatırlayın…
İşte “Esmâ mertebesi”nde var olan bu ismin işaret ettiği özellik, tüm “çok boyutlu tek kare”lerin, birbirinin sonucu olarak oluşmasını ve dolayısıyla birbirini izleyen bir seyir takip etmesini sağlayan, yani “sebep-sonuç” dediğimiz ilişkiyi doğuran temel özelliktir. Mikrodan makroya her birim ve yapı bir sonraki anda, bir önceki anda kendisinden açığa çıkanın sonuçlarını yaşar!.. Bugünün, dünün sonucudur! İster beğen, ister beğenme, istersen de pişman ol!
Bu durum da, her an yeni bir “şan”da oluş olarak anlatılır ki aslında “küll” denen “tümel”in, TEKİL bir varoluş dönüşümünden başka bir şey değildir. (Bunu hissedebilmek için, seyredebilmek için eskilerin tâbiriyle “kalp gözüyle”, önce mekânsız ve şekilsiz görme özelliği açığa çıkmalıdır...)
Bu isimlerin işaret ettiği TEK’teki özellikleri, beşerin dünyasındaki olay ve ölçülerle değerlendirmek çok büyük bir gaflet olup; sonuçta bilinci bir “tanrı-ilâh” anlayışına hapseder! “Seriy’ul Hisab” (hesabı anında gören) mecazı, toplumların şartlandırıldığı beşerî mânâda karşılıklı bir “hesaba çekme” olayına değil, TEK’in Evrensel Sistemi’nin işleyiş mekanizmasındaki bir özelliğe işaret eder; tıpkı Esmâ’dan her bir isim gibi!
“Esmâ” mertebesini ve “her an yeni bir şan alış” sonuçlarını, kendini maddeden ibaret sanan beşerin dünyasına GÖRE yapılmış olan tarif veya tanımlamalar düzeyinde değerlendirmeye kalkışmak, ancak perdelilik yaşamı için yaratılmış olmanın bir sonucudur...
Burada fark edilmesi ve kavranılması zorunlu çok önemli bir konu var:
Varoluş özelliği dolayısıyla beyin, hayal yollu madde kabulünü oluşturuyor insanlarda… Oysa “beyin” kelimesiyle tanımladığımız yapı, boyutsal derinliği itibarıyla “ruhlar âlemine” ait bir yapıdır! (“Bedenleriniz ruhlarınızdır, ruhlarınız bedenlerinizdir” hadisi ve “Zâhir Bâtındır” uyarısı)… Bu yüzden de, ister kendi “ikizi”ni deyin, ister “ruh”unu deyin, ister “back-up”ını deyin, kendindekinin bir kopyasını oluşturup, yaşamını sonsuza dönük devam ettiriyor Yaratan’ın muradınca; varlığını oluşturan “Esmâ” özellikleriyle, yani derûnundaki “Rubûbiyet hakikatiyle”!
Maddeye göre mânâ kabul edilen bu boyut, tek tek birimlerin oluşturduğu çokluk itibarıyla “Efâl” âlemi diye tanımlanmıştır ki; gerçekte ehlullâh indînde (seyrinde) böyle bir boyut “yok”tur! Çünkü bu boyutun aslı “hayal”dir! Varlığı yalnızca “ilim”de mevcuttur!
Tıpkı, dışarıda algılanan şeylerin, beynin içinde var olmayıp, beyindeki varlıklarının yalnızca bilgi ihtiva eden dalgalardan ibaret olması gibi!
“Esmâ” mertebesine sanki ayna olan “beyin” adını verdiğimiz, “kalp” diye “şuuru” itibarıyla tanıtılmış yapı, eğer “fuad” denilen “holografik gerçeklik”ten kaynaklanan ve varlığındaki “Esmâ” hakikatinden projekte olan “ilmin şuuru” ile “iman nûru” olarak işlev görürse, açığa çıkar!..
Ancak bu açılımın sonucunda, “kalp” gördüğünü yalanlamaz ve o hakikate göre yaşar ki getirisi, varlığında gören “Basıyr”, işiten “Semi”, konuşan “Keliym” olur… Ama bakanlar, hâlâ onu insanca görür, yaratılış amaçları gereği!
Burada önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda da ek açıklama yapmak istiyorum:
Son paragrafta anlattığım olay tasavvuf terminolojisinde “Tecelli-i Esmâ” diye tanımlanmış olan yaşamın açığa çıkışıdır. “Tecelli-i Zât” ve “Tecelli-i Sıfat” bundan önce yaşanmıştır. Sonrası ise “Tecelli-i Esmâ”nın, “Tecelli-i Efâl”idir…
“Tevhid-i Efâl” ile başlayan yaşam açığa çıkışların urûc yollu gerçekleşmesine mukabil, “Tecelli-i Zât”tan başlayıp “Tecelli-i Efâl”e uzanan seyir tenezzül yolludur. Bunların tümü de “Esmâ mertebesi” kapsamında gerçekleşir; muhakkik olmayıp kitabî bilgilerle taklit yollu “Zât” boyutunda yaşadıklarını sananların aksine!
AHMED HULÛSİ
17 Eylül 2007