Kendi Boyutların
Bunları böylece anladıktan sonra, geleceğimiz bir husus daha var…
Bu âlem ve bu kâinat içinde var olan sen... Varlığın, tamamıyla ilâhî isimlerin mânâlarının terkibi diyoruz... Yani varlığın, bütün ilâhî isimlerin değişik zamanlarda değişik terkiplerle sende ortaya çıkması ile oluşmuş, diyoruz!.. Bu mânâları müşahede eden bir de “sen” varsın!.. Bu mânâların “sen”den çıkmasına karşılık, senden çıkan bu mânâları müşahede eden bir “sen” varsın!..
Ve sen, “ben neyim” diye derinliğe gittiğin zaman, kendin için, “ben şuyum veya şöyleyim” diyemiyorsun... “Şu özelliğim var, bu özelliğim var” diyorsun ama; kendin için ben “şuyum” diyemiyorsun…
Ben “şuyum” diyememen, zâtın itibarıyladır… Zâtın itibarıyla, zâtını tayin edebilmen, tespit edebilmen, takdir edebilmen muhaldir... Bana zâtın itibarıyla, kendini tarif edemezsin...
Vasıfların itibarıyla, vasıfların olduğunu, senin için “yok olma” anlamında bir ölümün söz konusu olmadığını söyleyebilirsin... Yok olma, yok; sen ebedî olarak “hayat” sahibisin…
Bunları idrak edebilen bir şuurun, idrakın var... “İlim” vasfının sonucu olarak, bütün bunları idrak ve ihâta edebilen, kavrayabilen bir şuurun var...
Bu seyrin, bu müşaheden dolayısıyla, neticede sende meydana gelen belli istek ve arzular var, “irade” var!.. Bu istek ve arzularını kuvveden fiile çıkartmak için “kudret” var... Ve bu kudreti kullanarak birtakım istek ve arzularını kuvveden fiile çıkartıyorsun… Bin isteğinden bir tanesini bile kuvveden fiile çıkarmış olsan, demek ki sende belli bir “kudret” var…
Kendinde mevcut olan mânâları dile getirebiliyorsun! “Mütekellim” isminin, “Kelâm” vasfının sendeki mevcudiyetine işaret olarak...
Çevreni, dışını algılayabiliyorsun!.. Çevrendeki çeşitli mânâları fiilleri seyredebiliyorsun!.. Bütün bunların sonucu olarak yeni birtakım şeyler de meydana getiriyorsun... Bu vasıflar sende mevcut...
Hayatın boyunca, sende mevcut çeşitli mânâları fiile dönüştürme hâli sürüp gidiyor… Sana gelen çeşitli etkilere tepki şeklinde veyahut direkt, kendin aksiyon koymak suretiyle, çeşitli mânâları fiile dönüştürmeye devam ediyorsun...
Öyleyse, geniş mânâda anlattığımız varlıktaki tüm mânâlar, işaret edilen vasıflar, boyutlar, sende mevcut!..
Demek ki, senin ilmin veya senin şuurun, anlayışına göre, bu boyutların her birine ulaşıp, her birinin hakkını ayrı ayrı vermediği sürece, sen “nefsine zulmedenlerden” olursun!..
Sende mevcut olan her boyutun hakkını ayrı ayrı verirsen, o zaman da nefsinin hakkını “edâ” edenlerden olursun.
Zât’ının, Sıfat’ının, Esmâ’nın ve Efâl’inin hakkını ayrı ayrı verdiğin zaman, hakkını edâ edersin; varlığın, Efâl’in hakkını vermediğin zaman veya Esmâ’nın hakkını vermediğin zaman veya Sıfat’ın hakkını vermediğin zaman veya Zât’ının hakkını vermediği zaman “nefsine zulmedenlerden” olursun...
İnkâr ettiğin, kabul etmediğin her bir boyutunla, neticede “nefsine zulmetmekten” başka bir iş yapmıyorsun!..
Öyle ise nefsinin, varlığının hakkını verebilmen ancak, Allâh’ı tanıyabilmen ve Allâh’a yakîn kazanmakla mümkündür!..
Allâh’a yakîn kazandığın ölçüde, kendini tanırsın; kendini tanıdığın ölçüde de Allâh’ı tanımış olursun!..
Hatırlayalım Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın işaretini;
“Allâh nerededir, yerde mi gökte mi?..”
“Mümin kullarının kalbindedir!..” (İmam Gazâli - İhya-u Ulûmid'din)
Allâh’a “vâsıl” olabilirsin; ama Allâh’ı idrak edebilir misin?.. Hayır!..
“…O’nun benzeri bir şey yoktur!..” (42.Şûrâ: 11)
Ebsar (görme - değerlendirme organları) O’nu idrak edemez; O, ebsarı idrak eder (değerlendirir)! “HÛ”; Latiyf’tir, Habiyr’dir. (6.En’Am: 103)
Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz Ona indîmizden (Hakikatini yaşatan) bir rahmet vermiş ve yine Onda ledünnümüzden (Tecelli-i sıfat olarak tahakkuk etme {mardiye} şuuru) ilim açığa çıkarmıştık. (18.Kehf: 65)
Evet, burada şu gerçeği kesinlikle tespit edelim... Şayet bizden bu ilmi dinliyorsanız, bu Allâhû Teâlâ’nın bize ihsan ettiği ilminden dolayıdır… Bu ilim, çalışmakla elde edilmiş bir ilim olmayıp; O’nun bizden zâhire çıkarmayı murat ettiği bir ilimdir... O’nun ilmidir!..
O dilerse, “ilmini” bir mahalde izhar eder... Yani, ilmin sende varoluşu, Allâh’ın sende o ilmi izhar edişi yoluyladır!.. İhâtan yoluyla değil…
İhâta yoluyla olmayışı demek; Allâh’ın mânâlarını sonuna kadar ihâtanın, idrakın mümkün olmadığına işarettir. Çünkü sonlu, kısıtlı, kayıtlı bir varlık değildir!.. Olmayışı hasebiyle de ilmin sonu yoktur.
Esas itibarıyla Allâh’ı seyir, ilimden ibarettir.
Yani; rü’yet, ilimdir!..
İlmin dışındaki bir rü’yet ise hayale girer!.. Tahayyül suretiyledir!..
Çünkü görme mânâsındaki bir rü’yet ancak bir ilâh için, yaratılmış bir ilâh için söz konusu olur! Yaratılmış ilâh olmaz!..
Yaratılmış ilâh olmazsa, yaratılmamışın görülmesi zaten mümkün olmaz!.. İnsan yaratılmıştır, bunu daha evvel konuştuk... Yani, belli isimlerin mânâsının aşikâre çıkışıyla var olan varlık, bu yönüyle yaratılmıştır!.. Yaratılanın yaratanı ihâta etmesi, görebilmesi zaten muhaldir!..
Ancak Allâh, kendisi kendisini görür!.. Ne anda, hangi anda sen “Allâh’ı gördüm”, “Allâh’ı duydum” dersin, o senin kendi hayalinde sana açılan Rabbindir!..
Öyle ise, “Allâh’a vâsıl olmaktan” mânâ, Allâh’ın ilmini, “sen” adı altında izharından başka bir şey değildir!..
AHMED HULÛSİ
1986