Nereye Kadar Akıl?
Değerli okurlarım, tüm eserlerimizde aklın son derece önemli olduğundan ve akılsızın dini olamayacağından söz ettikten sonra; bu kitapta “İMAN” üzerinde duracak ve “Nereye kadar akıl, nereden sonra iman?” sorusunun cevabını vereceğiz...
Aklın önemi üzerinde dururken, bilindiği üzere İmam Gazâli’nin “İhya-u Ulûmid’din”de yazdığı Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın şu açıklamasını nakletmiştik...
“Yâ Âli, herkes Allâh’a BİRR ve sâlih ameller kapılarından yaklaşır!.. Sen, aklın ile Allâh’a yakîn olanlardan ol...”
Bugüne kadar hep Allâh’a akıl ile yaklaşmanın değerinden bahsettik. Kitaplarda da özellikle bunu anlattık.
Ancak şimdi daha değişik bir incelik üzerinde duracağız...
Allâh’a niçin, iman ile yakîn elde etme esası getirilmiştir?..
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) niçin imanı öne almıştır?..
Kur’ân-ı Kerîm niçin devamlı olarak “Elleziyne yu’minune”; “Onlar ki Allâh’a iman ederler” der de; buna karşın çeşitli âyetlerde de aklı öne sürer.
“Hâlâ tefekkür etmeyecek misiniz?”…
“Hâlâ idrak etmeyecek misiniz?”…
“Hâlâ anlamayacak mısınız?” der.
Öyle ise, insana yakışan davranışların kökeninde düşünce ve idrak yatmalıdır; şartlanmalar ve etraf değil!
Burayı çok iyi fark etmek zorundayız...
Biz koyun gibi, çobanın ya da etrafımızdakilerin güttüğü yönde davranışlar ortaya koyup, sıradan bir mahlûk gibi mi yaşayacağız?.. Yoksa, akıl ve şuur sahibi, düşünen bir yapıyla yaşamına yön veren mükemmel varlık olan, insanlığımızı mı hissedeceğiz?..
Herkes böyle dediği, herkes böyle inandığı için; ne olduğunu anlamadığımız, idrak etmediğimiz şeyleri kabullenerek öylesine bir hayat sürüp geçip gitmek bizi tatmin ediyorsa, diyecek bir şey yok!.. Böylece süregitsin yaşam!
Ama, ben bir insanım; akıl sahibi olup, düşünebilme kabiliyetine sahibim; yaşamıma kendi kavrayışımla kendim yön verebilirim; sürüye sayılmak için var olmadığım bilincine erdiysem, bundan sonra yapılacak iş neye, ne kadar ve nasıl inanıcağıma karar vermektir!
İnsan olarak en değerli varlığımız olan AKIL; ya kullanılır ve insan yaşamına idrakıyla yön verir, ya da kullanılmaz, düşünmeden etrafa ve şartlandırmalara tâbi olunur!
İnsan beynine bahşedilen ana zihinsel fonksiyonlar nelerdir?
İnsan zihnindeki diğer doğmatik özellikler nelerdir?
Önce bunların üzerinde duralım...
İnsan dediğimiz varlıktaki bazı zihinsel fonksiyonları sayalım;
Nefs (ben kavramı), akıl, fikir, hayal, idrak (kavrayış), vehim (varsayım), himmet ve hafıza (yani bellek).
Bu saydığımız zihinsel fonksiyonlar esas itibarıyla iki ana kuvvetin etkisi altındadır... Yani fikir, hayal, duygu, nefs, himmet daima iki ana kuvvetin birinin tesiri altına girer. Ya vehmin hükmü altına girerek çalışır ya da aklın hükmü altına girerek çalışır.
Fikir; çeşitli konularda aklımıza gelen yeni yeni düşüncelerdir. Bize herhangi bir konuyu düşünmemizi sağlayan ana materyaldir. Kökeni ya beynin üretimi ya da dış etkilerdir; ilham, astrolojik etkiler gibi...
Sonrasında hayal gelir. Yani, o fikirleri kafamızda hayal ederiz... Anlayıp kavramak için bir sûret hâline sokarız. Bu hayal edişe aynı zamanda “musavvire gücü” denilir. Yani tasvir etme, şekillendirme. Beyinde şekillendirme olayı vardır. O fikirler otomatikman şekillenerek anlaşılır. O da nasıl anlaşılır? Müdrike yani idrak gücü ile idrak edilir.
Bu idrakın hemen sonrasında, o idrakı hükmü altına alan vehim vardır.
Vehim özetle şudur:
Var olmayan şeyi var saymak! Var olan şeyi de yok saymaktır. “Varsayım” dediğimiz cevherdir.
Bunlardan “Nefs” dediğimiz yapıyı, Dünya’nın ruhaniyeti meydana getirir.
Fikir; Merkür’ün ruhaniyetinden gelir.
Hayal, musavvire; Venüs’ün ruhaniyetinden meydana gelir.
İdrak, müdrike; Güneş’in ruhaniyetinden gelir.
Vehim; Mars’ın ruhaniyetinden gelir.
Kişinin himmeti (azmi), Jüpiter’in ve Şiron’un tesirleri iledir.
Güçlü olarak Jüpiter’in ruhaniyetini almışsa o kişi, maddeye dönük bir şekilde şanslı hayat sürer. Maddi sıkıntıları az, refahı fazla olur... Şiron’un tesirini güçlü almışsa kişi, maneviyata yönelir ve maneviyatta büyük derecelere ulaşma imkânını elde eder.
Akıl; Satürn’ün ruhaniyetinden gelir. Fakat Satürn’ün ruhaniyetinden meydana gelen akıl, maddi bir akıldır. Dünya‘ya ve maddeye dönüktür.
Uranüs’ten gelen akıl ise “Akl-ı küll”den yansımadır! Çok geniş boyutlu, madde ötesine dönük düşünceleri meydana getirir. Uranüs’ün ruhaniyetinden feyz alan kişi gerçek âlemin, madde ötesi bir yapı olduğunu idrak eder, ona yönelir. Madde ötesine dönük düşünceler Şiron’un uygun açıyla beslemesi hâlinde, hidâyet dediğimiz “Allâh’a ve özüne yönelme” tesirlerini meydana getirir. Bu kişi, tasavvuf ehli, velâyet mertebelerinin sahibi olur; icabında Nübüvvet mertebesiyle zâhir olur. Ancak, madde ötesi yapıya yönelme eğer Şiron’dan destek almamışsa o kişi felsefeci olarak kalır. Aradaki fark Şiron’dan desteklenen bir Uranüs; veya Şiron’dan desteksiz kalmış Uranüs’tür.
Felsefeci ile tasavvuf ehli arasındaki fark, “Şiron” farkıdır! Şiron; Güneş sistemi içinde yer alan ve son yıllarda tespit edilen bir gezegendir!..
Allâh bir kişinin maneviyat ehli olmasını takdir etmişse, onu uygun tesirler altında dünyaya getirir; mesela Şiron’un güçlü açılımı o kişiyi bu olaya hazırlar! Yani, takdir Allâh’ındır; yıldız ve planet etkileri ise takdiri oluşturan mekanizmadır! Beyindeki bilincin yanında, elin yeri ne ise; Allâh takdiri ve hükmünün yanında planet ve yıldızların yeri de odur!..
Programında Uranüs’ün etkisi güçlü olan yani yüksek akıl sahibi olup maddeye değer vermeyen kişi, eğer Şiron’un ruhaniyetinden feyz almamışsa, felsefeci olarak kalır! Madde dünyası ile hiç uğraşmaz ve maddeye değer vermez. Ama maneviyat yönü zayıftır.
Neptün; yüksek sezgi gücünü meydana getirir.
Plüton, Allâh'a ait “var etme ve yok etme” gücünün yeryüzünde zâhire çıkmasına vesile olur.
Eğer bir kişide Merkür’ün tesirleri güçlü ise, onda çeşitli fikirler meydana gelir. Merkür’ün güçlü tesirini almış, ruhaniyetinden feyz almış insan, zeki insandır. Zekâ; Merkür’ün ruhaniyetine bağlıdır.
Cinlerin büyük çoğunluğu, Merkür’ün güçlü tesirlerinden feyz aldıkları için hemen hepsinde zekâ güçlüdür. Dolayısı ile şeytan da çok zekidir. Buna karşın cinler, akıl yönünden zayıftırlar!
Bir insan zeki olabilir; fakat yeterince akıllı olmayabilir!.. Akıllı olabilir; zeki olmayabilir!.. Hem zekâsı hem de aklı kıt olabilir!.. Hem zeki ve hem de akıllı olabilir!.. Çünkü zekâ, Merkür’ün ruhaniyetinden kaynaklanır, akıl ise Satürn ve Uranüs tesirleri ile meydana gelir.
Ancak şunu dikkatten kaçırmayalım!..
Esasen bu tesirler, her insanda vardır... Ancak, bu tesirler kiminde güçlü olarak alınmıştır; kiminde de zayıf olarak... Bizler bu değişik tesirlerin oluşturduğu farklı formüllere sahip bileşimleriz!
Burada önemli olan nokta şudur…
Eğer belli bir akıl gücüne sahip isek... Zira “Akıl” arapçada “Ukl” kelimesinden gelmiştir. “Bağlamak” anlamınadır... Yani bir şeyi, diğer bir şeye bağlayarak, aralarında bir bağlantı kurup, bir sonuç çıkarma özelliğidir...
Bu akıllı bir kişidir demek; birtakım nesneleri, birtakım bilgileri, cevherleri birbirine bağlayarak ortaya bir sonuç çıkartıp buna göre kendine yön verebiliyor demektir.
Zeki kişi, o anki menfaatine göre, ne gerekiyorsa onu derhâl bulup gereğini tatbik eder.
Zekâ; kısa vadelidir, günlük çözümler içindir.
Akıl ise; uzun vadeli bakışlar ve değerlendirmeler getirir.
Zeki kişi, günlük menfaatlerinin gerektirdiği bir biçimde yaşar. Akıllı kişi ise, geleceği düşünerek hayatına yön verir.
Aklın iki boyutu vardır.
Birincisi avam boyutu...
Yaşadığı süreci göz önüne alarak, yapacağı işleri düzenler... Ölüm ötesini aklına getirmez! Ömrünü dünyevî değerlere göre düşünür. Bütün ömrü boyunca, kendisine yarar sağlayacak şeyleri tasarlar.
Aklın ikinci mertebesi ve makbûl olanı ise; ölüm ötesini düşünüp ölüm ötesi hayata göre yaşamını düzenler... Programa alır... Ancak aklın bir zayıf noktası vardır. O zayıf noktası dolayısı ile de zekâ oyunlarına gelerek vehmin hükmü altına girmesi ihtimali söz konusudur.
Akıl; daima eldeki mevcut verilere göre, bunları birbirine bağlayarak bir sonuç elde eder. Beş duyu kanalından gelen bilgiler bir kaba konur. Akıl onları birleştirir ve neticede bir sonuç çıkarır; buna göre de kendine bir yön çizer.
Ancak “şeytaniyet” vasfıyla bilinen cinler çok zekidirler! Bunlar kişinin aklını karıştıracak bazı fikirleri insanların beyinlerine impulslar hâlinde gönderirler. Bu ilka edilen fikirleri kişinin vehim gücü kolaylıkla kabul eder...
Herkeste mevcut olan bu vehim gücü, aslı olmayan şeyleri varmış gibi kişiye kabul ettirir!
Vehmin esası nedir?..
Var olmayan şeyleri var zannetmek; var olan şeyleri de yok zannetmek. Yani varsayım!..
Vehim gücün, her ne kadar işin doğrusunu bilsen de, buna rağmen bir an içinde, senin akıl ve irade boşluğunu yakalar ve sana bir fikir ilka eder.
Bu fikirler cinnî, şeytanî de olabilir. O an gelen melekî tesirlerden de olabilir!
O tesir, sende bir fikir meydana getirir, sen bu fikre kapılırsın ve işi geniş planda düşünmeyi geriye bırakırsın.
Oysa, her gelen fikri geniş planda düşünüp; sistemi düşünüp; o sistem içindeki yerini oturttuktan sonra onaylaman gerekir.
Aklına bir fikir geldi!.. O an için sana makûl gelebilir... Tamam bu güzel fikir, ben bunu böyle yapayım, dersin.
O an için doğru gözükebilir. O anki menfaatine uygundur... Ama genel sistem içindeki senin yerine uygun değildir! İşte bu gelen fikri, vehim gücü sana kabul ettirir. Çünkü vehim gücü, “nefs” üzerinde hükmünü icra eder.
Nefs;ya aklın doğrultusunda hareket edecektir ya da vehmin hükmü altında istikametini bulacaktır... Seyyaldir!
Nefs başta da söylediğimiz gibi Dünya’nın ruhaniyetinden kaynaklanır. Birimsel nefs, Dünya üzerinde var olmuştur.
Yani, “nefsim” dediğin şey; yanlış anlamayalım...
Eskilerin bir kısmı, özellikle de taklit ehli “nefs”i yanlış tarif etmişlerdir... “Nefs”; sadece ve yanlızca “benlik” duygusudur.
“Ben varım” dersin ya; işte bu, “ben” kelimesi ile kastettiğin şey, nefstir. Bu bedene ait tüm özellikler ise, “tabiat” kelimesi ile anlatılır. Bedenin tabiatı, tabii istekleridir... Yani tabiat, tabii isteklerden meydana gelir. Doğal istekler de bedenin çeşitli organlarının çalışması sırasında oluşturduğu istek ve arzulardır.
Nefsî istek ayrıdır, tabii istek ayrıdır!
Bu ikisi tamamen birbirinden ayrı şeylerdir. Bunu bilmeyenler karıştırır; nefsin isteğine tabii istek der; veya tabii isteğe yani tabiatının oluşturduğu isteğe nefsin isteği der.
Hayır!
Nefsin isteği; benliğinin yücelmesi, benliğinin mertebe kazanması, benliğinin sayılması, sevilmesi, korunması, yüceltilmesidir.
Bedenin isteği ise; güzel yemek, güzel içmek, güzel uyumak, güzel çiftleşmek... Yani kendi tabiatına uygun hâllerle bezenmek. Bu tabiatının isteğidir. Nefsin isteği değildir.
Hacc'da şeytan taşlama vardır... Üç şeytan taşlanır! O taşlanan şeytanlardan her biri ayrıca bir semboldür... Mesela birinci büyük şeytan, varsayım benliktir... İkinci şeytan, tabiattır. Üçüncü şeytan da, âdetler yani şartlanmalardır!
Evliyaullâhtan Şah Nakşıbend der ki:
“Biz halkın âdetlerini terk ettirmek için görevdeyiz. Nebi ve Rasûller halkın âdetlerinin yanlışlığını ispat için gelmişlerdir. Çünkü âdetler insanı Allâh'tan alıkoyar, dünyaya ve maddeye yöneltir.”
İnsanın zihinsel oluşumunda üç ana girdisi var:
1. NEFS
2. TABİAT (bedensel istek ve arzular)
3. ŞARTLANMALAR
Basit bir tâbirle şöyle de açıklayabiliriz.
“Etraf ne der?”... “Etraf”ı atmadıkça “Allâh”a yönelemezsiniz! Çünkü çevreniz kendini madde beden kabul edip, bedene dönük zevkler, arzular ve istekler içinde yaşayan kişilerle dolmuş.
Kişideki vehim gücü nefsi etkileyerek, onu yanlışa saptırır...
Nefs neyin tesiri altındadır? Şartlanmaların tesiri altında...
Sana sorduğum zaman “Sen kimsin?”...
Sen dersin ki: “Ben buyum!.. Yani, bu bedenim!”
Hâlbuki sen, bu beden değilsin!
Senin, kendini bu beden olarak kabul etmen; bedenin tabiatı içinde kendini tanımaya başlamandan ve etrafının, çevrenin seni bu yolda şartlandırmalarından ileri geliyor.
Sen kendini, bu bedenin tabiatı içinde hapis olarak buldun...
Sonra da herkes sana “Sen busun, sen bedensin” demeye başladı.
Böylece, sende “Ben bu bedenim” fikri geldi yerleşti, oturdu... Bu böylece oturduğu için, bu defa vehim sende hükmünü icra ediyor.
Vehim sende hükmünü nasıl icra ediyor?.. Nefsi tahrik ederek!
Vehim ne idi?.. Var olmayanı var göstermek, var olanı da yok göstermek…
Gerçekte, senin nefsinin benliği, Rabbinin benliğidir! Senin kendine has bir benliğin yoktur! Kâinatta var olan tek mutlak benlik Allâh'ın benliğidir.
“Benlik ALLÂH’a aittir. Senin ben demeye hakkın yoktur” diyerek bunu basite indirgemişlerdir.
Yani bu varlığa “Ben” kelimesi ile işaret ettiğin zaman, o “Ben” aslında senin nefsin değil, “nefs”in hakikati olan “Rabb”indir. O yüzden denmiştir ki:
“NEFSİNİN HAKİKATİNİ BİLEN, RABBİNİ BİLİR.”
Çünkü Rabbi bilmek, nefsi bilmeye bağlıdır. Zira nefsin hakikati Rubûbiyet mertebesinden gelir.
“Nefs”, “Rubûbiyet” hakikatinden var olduğu için, mutlaka aklettiğini yapmak ister! Nefs için iyi-kötü diye bir ayırım yoktur. Çünkü aslı, Rabbanî hakikattir!.. Rab ise dilediğini yapar!..
Nefsin hakikati de Rab olduğu için nefs daima ne dilerse, kendisine ne fikir gelirse onu hemen yapmak ister. Bunun benliği kuvvetli deriz. Nefsi kuvvetli, deriz... Yani, bu kişideki Rubûbiyet zuhuru kuvvetlidir, demektir...
Yalnız Rubûbiyetin oradaki zuhur şekli bu saydığımız iki yoldan biri ile olur:
Ya vehim yollu olur...
Ya akıl yollu olur...
Vehim yollu olursa; gelen fikre tâbi olur, bu fikri genel sistem içinde, ilâhî nizam içinde düşünmeden, yerine oturtmadan, hemen geldiği gibi tatbik etmek ister.
Nefs bu durumda, kendi hakikatinden gâfil ve kendini beden olarak sandığı için, gelen istek ve arzuları hemen tatbik etmek ister ve dolayısı ile bedene dönük yaşamaya çalışır.
Hâlbuki nefs, hakikati olan Rabbanî güç ve kendi hakiki vasfı olan ilim sıfatından kaynaklanan bir şekilde; yaşadığımız sebepler âleminde, akıl yolu ile varlık üzerinde hükmünü icra etmek ister.
Şimdi bizim, aklımıza bir fikir geldiği zaman, hemen o fikri Allâh düzeni içinde, genel idare sistemi içinde yerine oturtup; bu yapacağımız işin, tabiatımıza mı dönük; varsandığımız, fakat aslında var olmayan izafî benliğimize mi dönük; yoksa kendi hakikatimizi bilmemize, Allâh’a yönelmemize, Allâh’ı tanımamıza vesile olacak bir biçimde özümüze mi dönük diye düşünüp değerlendirmemiz gerekir...
Şeytanın silahı iyi bilelim ki, fikirdir!
Çünkü bütün cinler, Merkür’ün güçlü tesiri ile beslenmişlerdir. Bu yüzden onlarda fikir çok yüksektir. Fakat bu fikri, insana kısa süreli menfaatler istikametinde kullandırırlar.
O an için senin bedeninin ve benliğinin amaçları ne ise, o doğrultuda yeni yeni fikirleri sana telkin eder ki, sen daima bedene dönük düşünesin, bedene dönük yaşayasın.
Hâlbuki akıl, seni daima maddenin ötesindeki bir boyutta kendini bulup değerlendirmeye yönelik biçimde düşünmeye sevk eder.
Çünkü akıl, çok geniş boyutta düşünür. Çok kapsamlı olarak meseleleri ele alarak, bunları birbirine bağlayarak yeni yeni sonuçlar çıkartmaya sevk eder... Bu çalışmayı yaptığın zaman otomatikman manevî âleme girersin; madde dünyasından çıkarsın!..
Ne var ki aklın, beyine gelen fikirleri her an gerektiği gibi değerlendirememesi tehlikesi vardır. Zira vehim, “nefs” üzerinde ağır basar.
İnsan için eğer şerr diye kabul edilebilecek bir şey varsa o da vehimdir. Vehimden daha şerrli bir şey yoktur!
Eğer vehmi, aklınla hükmün altına alırsan; velâyetin en üst mertebesine çıkarsın!
Eğer akıl, vehmin hükmü altına girerse; şekavetin, sapmışlığın en berbat derecesine düşersin!
Bütün evliyanın kerâmeti, vehim kuvvetinin tasarrufuyladır. Kendindeki vehim kuvvetini tasarruf altına alarak o kerâmetleri izhar eder.
Şimdi, eğer burayı anlayabiliyorsak “iman” olayının neye dayandığını çıkartabiliriz.
AHMED HULÛSİ
1993