Sayfayı Yazdır

Gülşen-i Râz - 4

Bu sohbet, Ahmed Hulûsi'nin ŞEYH ŞEBÜSTERİ'nin GÜLŞEN-İ RÂZ MESNEVÎSİ eseri ile ilgili, 1985 yılında yaptığı sohbet kaydının 4. bölümüdür.

Sohbet Metnini Görmek İçin Tıklayın

Bu üç hâli bilen anlayan yaşayan; Sözlerin nasıl söylendiğini, mânâlara ne sûretle delâlet ettiğini de bilir, anlar...

Sende, "vecd" ahvâli yoksa, yani sen bu hâli yaşamıyorsan sakın bilgisizlikle tâklide uyup, kâfir olma!

Hakikat hâlleri mecâz değildir. Herkes tasavvuf sırlarını anlayamaz!

Dostum, hakikat ehlinden saçma şey çıkmaz!.. Fakat, bunu ya keşif yoluyla bilmen, yahut onların sözlerine imân edip tasdik etmen gerek…

Sana sözlerin ne sûretle söylendiğini, mânâlara nasıl delâlet ettiğini kısaca söyledim. Anlarsan, bilirsin!..

Mânâlarda, ta sona bak!.. Maksat nedir?.. Onu gör!.. Bu hususta nelere dikkat etmek lâzımsa birer birer hepsini gör, incele!

Onların içinden asıl lâzım olanını al!.. Sözü, o mânâya uydur, öbür mânâlardan arıt!

Bu kaide esaslı bir surette yerleşti ve kabul edildi mi... Buna dair bir kaç örnek daha vereyim...

Yani, söylenen sözü, esas anlatılmak istenen gaye açısından alarak değerlendir!.. Kelimeleri olduğu gibi anlayarak meseleyi deşifre etmeye çalışma!..

Esas gaye ne?.. Vahdet!.. Hakk’ın hitâbı!..

Öyle ise, bütün sözleri o kanaldan alarak açmaya çalışır isen, çözebilirsin!..

Yok eğer, senin zâhir anlayışınla kelimeleri çözmeye, deşifre edip, mânâlarına girmeğe çalışırsan, anlayamazsın!..

Esas gaye açısından cümlelerin içine girmeye çalış!

Bak hele... Güzelin gözünden neler oluyor?.. Bu hususta neler lâzımsa hepsine dikkat et!

Güzelin gözünden hastalıklar, sarhoşluklar meydana gelmekte... Dudağından varlık içinde yokluk zuhûr etmekte...

Burda, Hakk’ın varlığından halka dönük bir şekilde kelimeleri dile getiriyor, mecâzla bürüyor.

Gözünden gönüller sarhoş ve mahmûr bir hâlde... Dudağından cânlar örtünüp gizlenmekte...

Gözünden bütün gönüller derde düşmüş, lâl dudakları hasta cânlara şifâ!

Gözüne âlem girmemekte ama, dudağı her an bir lütûfta bulunmakta...

Hakiki varlığı ile kendini seyretmede, ve kelâm sıfatı ile her an varlıkları meydana getirmekte ama; kendisi yönünden, Zâti yönünden âlem diye bir şeyin de varlığını görmemekte, esasında...

Bir an erlik edip gönülleri okşamada... Bir an çâresizlere çâre bulmada...

Şûhlukla suya, toprağa cân üfürmede... Bir üfürüşle göklere ateş salmada...

Her göz açıp kapayışı bir tuzak ve tane olmuş... O bakış yüzünden her bucakta bir meyhâne kurulmuş...

Bakışı ile varlık âlemini yağma etmekte... Öpüşüyle tekrar o âlemi yapmakta düzüp okşamakta...

Gözünden kanımız kaynayıp durmada... Dudağından cânımız hayrân olup kalmada...

Bakışı ile gözü gönlü kapmada... İşveyle dudağı câna cânlar katmada...

Gözü ile dudağından vûslat umdun mu bu, “hayır!” demekte, öbürü “peki.” Demekte...

Bakışıyle âlemin işini bitiriyor, öpüşüyle her an cân okşuyor...

Ondan bir bakış, bizden cân verme... Ondan bir öpüş sunma, bizden öpüp sorma...

Bir bakışta âlem haşroldu. Derlenip toplandı, düzülüp koşuldu... Ruhundan ruh üflemesiyle de Âdem zuhûr etti.

Onun gözüyle dudağını düşündü, bu düşünceye daldı da bütün âlem şarâba tapmayı âdet edindi...

Burada "Şarâba tapmayı âdet edindi" den kasıt; bütün âlemde, aşkın zuhûra gelmesi. Ve, bu aşkın, sevginin süregitmesi, kendinden kendine olan bir biçimde!..

Her an her bir varlık, bir nesneyi sevmede, sevgisiz yaşayan yok!.. Ve, hangi sûret, hangi isim altında olursa olsun, sevilen kendisi olmada, seven de kendisi…

İşte, burada "Bütün âlem şarâba tapmayı âdet edindi" den kasıt, bu mânâ!..

Gözüne dünya bile görünmezken, nasıl olur da o göze uyku girer, nasıl olur da o göz sarhoş olur?..

Âlemin varlığı dahi olmazken ve âlem diye bir şey dahi, Hak müşâhade etmezken, nasıl olur da herhangi bir gaflet hâli hasıl olur?..

"Uyku"dan kastı: Gaflet, perdelenme hâli... Hak için nasıl olur da perdelenme hâli olur?.. Âlem diye bir şey görmüyor ki Hak!..

 Halk ismi altında, halk isminin gereği olarak, o perde ile perdelenmiş olarak, halk'ın varlığı söz konusu. Hak, kendi kendine kaldığı zaman, yani ayn-el yakiyn boyutunda, nasıl bir perdelenme olur ki, uyku hali olsun...

Veya, nasıl olur da o göz, sarhoş olur?..

Yani, kendi aslından kopuk olur da, âlem diye bir varlığın varlığını kabullenebilir... Ayn-el yakiyn hâli dediğimiz, Hakk’ın kendi kendini müşâhadesi hâli.

Bizim varlığımız, izâfi benliklerimizin varlığı tamamıyla sarhoşluktan, ya da uykudan ibaret...

İzâfi varlıklar perdeli olarak, hâliyle Hakk’ın varlığından ayrı varlıklar varmış gibi bir yaşam içinde. Ki, bu hâl, uyku hâli... "İnsanlar uykudadır" hadîsine işaret!

Rablerin Rabbi olan Allâh’ın uyku ile ne münâsebeti var?.. 

Âyet-ül Kürsî’deki: "O bir an ne uyur ne uyuklar" âyeti ile işaret ediyor.

Allâh; Neden, "Seni göze aldım, gözettim" dedi?.. Akıl, bundan hayretlere düştü!..

Sevgilinin saçlarına ait olan bahis ise pek uzun... Ondan bahsetmek lâyık mı?.. Orası zâten sır yeri!..

Hakk’ın esmâ ve sıfatlarla zuhûru hâlini, sevgilinin saçları olarak anlatıyor burada...

Benden o büklüm büklüm saçları sorma!.. Delilerin zincirini oynatma!..

Benden o saçların mânâsını sorup da; (ben zâten kendimden geçmiş bir hâldeyim) beni, büsbütün zincirlerimden kopartmaya kalktırma!.. Zincirlerimi kopartır, giderim!

Dün gece, boyunun uzunluğunu, güzelliğini söyledim de.. Saçlar, dedi ki: "Bırak bu bahsi, unut bu sözü!

O saçlar, düz olmaktan ziyade, eğri!.. O saçlar yüzünden hakikat arayanın yolu, kıvrımlar içine düştü...

Çeşitli esmâların tecellileri altında, bir türlü Zât’a varamadı...

Bütün gönüller, o saçlar yüzünden zincirlere giriftâr oldu... Bütün cânlar onların yüzünden ıztıraplara uğradı.

Her yandan, yüzbinlerce gönül o saçlara takılmış... Bir gönül bile o saçların halkasından kurtulamadı...

Ortadan ayrılmış saçlarını bir dağıtsa, dünyada tek bir kâfir bile kalmaz!

Kendi hükmü ile, perdeliler, perdesizler, kâfir, mü’min diye bir ayırım yaptı... Eğer o hükmünü bir kaldırsa, bir tek kâfir kalmaz!

Onları hiç dağıtmasa, dalgalandırmasa, âlemde bir tek mü’min kalmaz!.. (Hükmün kalkması ile mü’min de kalmaz)

Saçlarının çemberi fitne ve imtihan tuzağı olduğundan, şûhlukla onun başını bedeninden ayırdı, kesti...

Saçı kesilse ne gam... Gece kısalırsa gündüz uzar!

O saçlarla akıl kervanının yolunu vurdu. Kendi eliyle onları vurdu, düğümledi.

Zülfü, bir lâhza bile istirahat etmez... Kâh sabahı getirir, kâh akşam eder.

Yüzü ile saçlarından yüzlerce gündüz, yüzlerce gece meydana gelmekte... O saçlar ne acâip oyunlar oynamakta!..(O isimler tecellisiyle, çeşitli görüntüler meydana koymakta)

O güzel kokulu saçların kokusunu yaydı mı, derhal Âdem’in balçığını yoğurur.

Gönlümüz de, o saçlara benzer... Bir an bile sâkin durmaz!

Onun yüzünden her an, işe yeni baştan, başlamaktayız.. Cânımızdan varlığımızdan ümidimizi kestik.

Yüzüne iştiyâk çeken, iştiyâk ateşiyle yanıp yakılan bir gönlü var da gönül, onun için saçlarından perişân olmada, hâlden hâle girmede!

Burada yüz, Allâh’ın Cemâlinin mazhârıdır. Sakaldan murad da onun ulûluk kapısıdır.

Yüzü güzellikte bir hat çekti de bizden başka güzel yok!.. Bu çizgiden dışarıda bir güzel bulunamaz dedi.

Varlıktaki Cemâli, Cemâl sıfatının neticesi olan isimlerin varlığıdır.

Dolayısıyla, O’ndan başka bir varlık da söz konusu değildir.

O’ndan başka bir yüz yoktur. Sonra,

"Ne yana bakarsan Allâh’ın yüzünü görürsün" âyetine de işaret var.

Sakalı cân âleminin yeşilliği kesildi… Ondan dolayı adına ebedîlik yurdu dediler.

Saçının karanlığıyla gündüzü gece et... Sakalında âb-ı hayat ara

Sakalı bıyığı nasıl âb-ı hayat içiyorsa sende o nişânı olmayan makâma var, Hızır gibi âb-ı hayat iç...

Kendi varlığını ifnâ et, yok et!..

Hakk'ın varlığında Hak’dan gayrı bir şey kalmasın!..

İşte o zaman, âb-ı hayat içersin...

Yani, ölümsüzlük hâli olur. Hak ile Hak Bâkidir...

Sen Hak ile Bâki olursun değil!..

Hak, Bâki kalır!.. Bâki ismi, Hakk’ın ismidir...

Sakalının, bıyığının yüzünü görürsen şüphe yok!.. “Bir”likten, çokluğu birer birer bilir, anlarsın..

Varlıktaki isimlerini müşâhade edersen, Tek’likten çokluğun nasıl meydana geldiğini açık seçik bilirsin, yaşarsın...

Saçından, âlemin ahvâlini anlar, sakalından, bıyığından gizli sırları okursun...

Yüzünde saçını sakalını gören gördü ama benim gönlüm, yüzünü saçında sakalında gördü...

Yüzü, "Seb’ül Mesâni"(yedi âyet) olmalı ki oradaki her harf, mânâlar denizi...

O yüzdeki her kılın altında sır âleminden binlerce bilgi denizi gizli.

Yüzdeki yedi âyetten kasıt: İlâhi Vechinin meydana geldiği yedi sıfat!.. Hayat, İlim, İrâde, Kudret, Kelâm, Semî, Basar…

Bu sıfatlarıyla da bütün isimleri ve bütün mânâları meydana getiriyor.Bütün denizleri meydana getiriyor.

Sevgilinin letâfette bir su gibi olan güzel yüzündeki tüylere bak da, suya benzeyen kalbin üstündeki Allâh’ın Arş’ını gör!..

Hakk’ın, Zâtî sıfatları aracılığı ile isimler âleminin denizini meydana getirmesi ve bu isimler âleminin özünde Zâtı ile hakim olması.

Zâtı ile onları her an tedbir etmesi, değiştirmesi, her an yeni bir hâle getirmesi hâli...

Buradaki, "Kalb"den kasıt, beşeri kalb değil!.. Hakk’ın Vahdet mertebesi... Vahidiyet mertebesi...

Bütün esmâ ve sıfatların toplu olduğu mertebe, Kalb mertebesi!.. "İnsan-ı Kâmil - Hakikat-i Muhammediye" dediğimiz!..

O yüzde zâhir olan ve bir noktaya benzeyen Tek Beni, bütün varlığı çeviren dairenin hem aslıdır, hem merkezi...

"O yüzde zâhir olan", şu bütün esmâ âleminin neticesi olarak zâhir olan "ve bir noktaya benzeyen Tek Ben'i", yani Zâtı, Hakk’ın Zâtı; "bütün varlığı çeviren dairenin hem aslı, hem merkezi.."

Yani, Zâtından hem bütün âlem meydana gelmekte, hem de bütün âlemin özü durumunda bu Zât!..

İki âlem dairesini meydana getiren çizgi O’ndan hasıl oldu...

Vücûp ve imkân!.. İki daire... İki âlem...

Biri, Hakk’ın Zâti dairesi, biri de mahlûk...

Yaratılmış adını taktığı, çeşitli isimlerle isimlendirdiği varlık âlemi...

Âdem’in Nefs ve Kalb dairesi O’ndan meydana geldi...

Buradaki Âdem’den kasıt; İnsan-ı Kâmil mânâsına... Hakiki mânâdaki İnsan!

Kara bir noktanın aksinden ibaret olan ve kanlarla dolu bulunan gönül, o "ben" yüzünden harâp ve perişân bir hâle düştü!

"Kara bir Nokta’nın aksinden ibâret olan gönül".

Kalb’de kara bir nokta vardır derler ya, tasavvuf kitaplarında... O, kalbdeki kara nokta, "Süveyda" denilen nokta, aslında "Ahadiyet" Nokta’sıdır...

Kara Nokta denmesi de, orada hiçbir varlığın, ismin, sıfatın geçerli olmamasıdır. Ahadiyet hâli... Yani, "A’mâ" dediğimiz hâl...

Bu, İnsan-ı Kâmil’e atfen konuşulduğu zaman; "Ahadiyet - A’mâ" olarak nitelendirilir.

İzâfi varlığa atfen konuşulduğu zaman; İzâfi varlığın Zâtı olan "Gönül” de, Ahadiyet mertebesi" ne işâret eder.

O Yüz'den, harâp ve perişân bir hâle düştü. Kendini "O Yüz'den" görmeye başlayınca, bütün varlık önünde sükût etti!..

Ben’i yüzünden gönlün hâli, ancak kanlara bulanmak... O dudaktan dışarı çıkmaya bir yol yok ki!..

Bu Zât hâlinin izhârı, tecellisi mümkün değil ki…

Bilmem ki, "Ben"i mi, Gönlümüzüm aksi?.. Gönlümüz mü, o güzel yüzdeki "Ben"in aksi?..

Burada, şaşkınlığa, hayrete giriyor.

"Gönül" dediğimiz, aslımız... "Hakikat-i Muhammediye" dediğimiz hâl... O, Ehadiyet’in zuhûru mu?..

Yoksa Gönlümüz mü, O yüzdeki "Ben"in aksi?..

Zâhire çıkmış olan Zât’ın aksi mi oluyor gönlümüz, varlığımız?

O "Ben"i aksetti de gönlümüz mü meydana geldi?.. Yoksa, Gönlün aksi mi O yüzde göründü?..

Yani, Zât’ı aksetti de, "İnsan-ı Kâmil" mi meydana geldi?.. Hakikat-i Muhammediye mi meydana geldi?..

Yoksa, İnsan-ı Kâmil’in varlığı kendi Zât’ını buldu, o Zât mı meydana geldi?..

Karışıyor burada iş biraz..

Gönül mü O’nun yüzünde, O mu Gönül’de?.. Şu müşkül iş bana örtülü kaldı vesselâm!..

Bu hususa, “İnsan-ı Kâmil” de, Abdülkerim Ceylî de şöyle işâret eder:

"Allâh mı, İnsan’a ayna oldu?.. Yoksa, İnsan mı, Allâh’a ayna?..”

Tabii burada, insan’dan kasıt, İnsan-ı Kâmil…

İnsan mı, Allâh ismi aynasında kendini seyretmede?..

Yoksa, Allâh mı, İnsan’da kendini seyretmede?

"Bu iş bana müşkül kaldı, müşkül geldi, örtülü kaldı" diyor...

Gerçekten bu, o mertebedeki Zât’ın bileceği bir şeydir ancak...

İnsan-ı Kâmil’e hâs bir ilimdir bu!.. Bir Kutup, bunu bilemez!..

Allâh mı, İnsan’a ayna?.. Yoksa İnsan mı Allâh’a ayna?..

Hangisi, hangisini meydana getirdi, doğurdu!??

Genelde buna verilecek cevap: "Elbette ki, Allâh İnsan’ı yarattı!"

Ama, bütün bunları bilen bir Zât’ın, buna rağmen bu soruyu sormasındaki mânânın üstünde durmak gerek!..

Gönül, kâh mahmûr gözleri gibi harâp... Kâh, saçları gibi ıztıraplar içinde...

Kâh, o aya benzer yüzü gibi aydın... Kâh, siyah Ben’i gibi karanlık...

Kâh, mescit olmakta... Kâh, kilise... Kâh, Cehennem kesilmekte, kâh, Cennet!

Kâh, yedinci kat gökten daha üstün, daha yüce!.. Kâh, toprak yığınının altına düşmekte!..

Aslında, hepsi Bir! Küll! Ve, tümünde mevcut!

Kâh derken! Yani, her birinde, her bir mahâl kendi varlığı.

Buna işaret etmek istiyor “kâh”la… Yani kâh o, kâh bu mânâsına değil!..

Zâhitlikten, takvâdan sonra dönüp yine şarâbı, mumu, güzeli aramakta!..

* * *

SORU 14:

Şarâbın, mumun, güzelin mânâsı ne?..

Meyhâneye düşmek, sarhoş olmak da ne demek?..

Şarâp, mum ve güzel... Mânânın ta kendisidir. O mânânın her sûrette tecellisi var.

Şarâp ile mum, irfân nûrunun mârifet nûrunun zevkidir. Kimseden gizli olmayan güzeli de gör!.

Burada, şarâptan murat, sırça kandîldir. Mum’dan murad da, ışık!.. Güzelse, ruhlar nûrunun parıltısı...

“innAllâhe cemîlün”, "Allâh güzeldir" âyetindeki güzele teşbih...

Musa’nın gönlüne o güzelden bir kıvılcım sıçradı da, şarâbı ateş oldu... Mum’u, ağaç...

Ve, Allâh’ın hitâbını ateşte ararken, ağaçtan geldi... "Şüphesiz ki Allâh benim, ya Musa!.."

Gönlüne o güzelin aşkı düştü, Musa’nın...

Cân şarâbıyla cân mumu, Esrâ gecesinin nûrudur. Güzel de (Muhammed’in s.a.v. gördüğü) o büyük deliller, alâmetler!..

"Hazreti Muhammed de İsrâ’da, Mi’râc’da, o güzeli seyretti kendinde" diyor.

Şarâp da hazır, mumla güzel de burada... Artık, güzel sevmekten gâfil olma!

"Allâh’a, ta ötelerde bir yerde rastlarım, görürüm" diye umma!..

Burada hazır... Öyleyse, burada seyret... Burada güzelle beraber ol!..

Seni, kendinden alacak, izâfi vehmettiğin benliğinden alacak mahvedecek şarâbı bir zamancağız olsun çek!.. Belki varlığının elinden amân bulursun.

Bir an da olsa, bu hâli yaşamaya çalış!.. Hiç olmazsa o kadar kısa süre de olsa vehmettiğin benliğinden öte kalırsın.

Çek şarâbı da seni senden kurtarsın...

O, Vahdet hâlini idrâk edip yaşamaya çalış ki, seni senden kurtarsın. Vehmettiğin benliğinden kurtarsın...

Katra olan varlığını denize ulaştırsın...

Sürâhisi sevgilinin yüzü... Kadehi, sevgilinin şarâplar içen sarhoş gözleri olan şarâbı iç!

Şarâbı ve sâkiyi içen şarâbı... Sürâhisiz, kadehsiz iste! Ara!

Hakk’ı, şekille, sûretle, mânâ ile kayıt altına almadan arayıp bulmaya çalış!

Bâki Hakk’ın yüzünün kadehinden, sâkîsi; "Onları Rableri suvarır" âyeti olan (Şarâben Tâhûra diye bahsedilen) şarâbı iç!..

O tertemiz şarâb... Sarhoşluk hâlinde seni, varlık benlik pisliğinden arıtan şarâbtır...

Şarâp iç de kendini bu soğukluktan kurtar. Çünkü kötü sarhoşluk, iyi adamlıktan hayırlıdır.

Hak katından uzak düşene karanlıklar hicâbı, nûrdan iyidir.

Çünkü Âdem'e karanlıklardan yüzlerce yardım geldi de İblis, nûr yüzünden ebedî mel'ûn oldu.

İçinde kendini gördükten sonra gönül aynası cilâlanmış, ne fayda!..

Senin kendi izâfi, vehmettğin benliğin var olduktan sonra, "Hakk’ın varlığını gördüm" de!.. O’nda kendini gördükten sonra, O’nu görürken arada kendi varlığın olduktan sonra, O’nu görmüşün, ne fayda!..

Şarâba sevgilinin yüzünden bir ışık vurdu mu, şarâbta nice habbeler meydana gelir!

Cihân da, o şarâptaki habbelere benzer, cân da... O hava kabarcıkları, Allâh Velilerine kubbelerdir...

Akl-ı Küll, o şarâbla hayran olmuş, kendisinden geçmiş... Nefs-i Küll, ona kulağı küpeli bir köle olmuştur.

Bütün âlem, o şarâbın bir meyhânesine benzer. (Vahdet hâli) Her zerrenin gönlü, o şarâba kadeh kesilmiş.

Akıl da sarhoş, melek de sarhoş, cân da sarhoş.. Hava da sarhoş, yer de sarhoş, zaman da sarhoş!..

Bu varlıkların her birinin kendi varlığına girdiğin anda, Hakk’ın varlığı mutlak olarak mevcuttur. Ancak sen, perdeli olarak o hâlden gâfilsin. Perden kalktığı zaman bütün varlıkta Hakk’ın varlığını görürsün.

Hakk’ın varlığı, her an her yerde mutlak olarak mevcut... Yani, Hak kendi kendini her an her yerde seyretmekte!..

Gök, onun aşkıyla düşe kalka koşmakta, dönmekte... Hava, gönlünde onun bir kokusunu ummakta...

Melekler o şarâbı pâk bir testiden içmişler... Bir yudumcağız tortusunu da şu toprağa saçmışlar...

Unsurlar, o bir yudumcuk şarâptan sarhoş olmuş... Kâh, suya düşmüş, kâh ateşe!..

Toprağa düşen, o bir yudum şarâbın kokusundan insan baş göstermiş, ta göklere kadar yücelmiş.

Onun aksi ile pörsümüş beden, cân kesilmiş. Onun parlaklığıyla donmuş cân, ruh haline gelmiş…

Bir cihân halkının o şarâp yüzünden daima başı dönmekte!.. Hepsi de, yerinden yurdundan olmuş!

Birisi, o şarâbın tortusunun kokusuyla akıllanmış... Birisi, onun sâf rengini söylemekte...

Birisi, yarım yudumla sâdık olmuş... Birisi, bir sürâhiyle âşık olmuş...

Birisi de, hepsini içmiş de, ağzını açmış... "Daha da var mı?" diyor... Ne de mertebesi yüce, deniz gönüllü... Rind ya!

"Daha da var mı?" diyenden, Hazreti Muhammed’i kastediyor... "Rabbim, ilmimi hayretimi artır."

Beyâzid-i Bestâmi de: "Ben, bir yudum içtim, sarhoş oldum, kendimden geçtim" diyor...

Varlığı tamamıyla içmiş de, ikrârdan da geçmiş, inkârdan da...

İzâfi varlık tamamıyla kalkınca ortadan, Hakk’ın varlığı kalır... Hakk’ın varlığı kaldığı anda, Hak için inkâr veya tasdik diye bir şey olur mu?..

Kuru zâhitlikten de kurtulmuş, saçma sapan ve aslı olmaz sözlerden de...

Kendini beşer sanarak; "Aman, bir takım şeylerden arınsam da, Hakk’a ersem" gibi bir vehîm falan kalmamış…

Meyhana pirinin eteğine sarılmış.

"Meyhane piri"inden kasıt; Hakk’ın perdesini kaldırıp; kulluğunu, kulluk vasfını kaldırıp, Hak olarak dilinde konuştuğu kişidir. Meyhane pirî’nden kasıt budur.

Meyhâneye düşkünlük ve sarhoşluk; Kendinden geçme ve kurtulmadır...

Meyhâne, Vahdet hâlinin yaşandığı yerdir.

İşte oraya gittiğin zaman, vahdet hâlini yaşamaya gittiğin zaman, kendi benliğin de ortada kalmaz, kalkar. Kurtulunur…

Adam zâhit bile olsa, "benlik" küfürdür.

Zâhit, takvâ yapıyor ya! Bir takım şeylerden kaçınıyor.

"Ben, şundan, bundan kaçınıyorum, Allâh’ın emirlerini yerine getirmek için şu çabayı sarfediyorum" diyor ya!

Bütün bunların altında, "Ben yapıyorum" demekle, izâfi benlik görülüyor.

İşte bu benlik hâli, hayırlı iş için dahi olsa, küfürdür...

Çünkü benlik, benliktir. Vehmî bir benlik bu!

Sana, meyhâneden bir nişân göstermişler de, "Birlik, izâfi şeylerin hepsini terketmektir" demişler...

Vahdet, izâfi olan şeylerin hepsini terketmektir. Yani, bir nesnenin varlığı diğer bir nesneye göre var!.. Ona göre de öteki var. Böylece, pek çok şey var.

Halbuki, bütün bu var sanılan şeyler, perdenin neticesinde meydana gelen vehmî nesnelerdir. Halk isminin mânâsını meydana getiren, vehîm perdesinin neticesinde oluşan şeyler, pek çok şeyler...

Bu perde kalktı mı, ne pek çok şey kalır, ne halk ismi kalır, ne de benlik kalır. Dolayısıyla Vahdet hâli meydana gelir.

Meyhâne, eşi örneği olmayan âlemden bir nümûnedir. Hiçbir şeye aldırış etmeyen âşıkların durağıdır.

Burada, "Hiçbir şey kalmaz" derken; isim itibarıyla, ve o isme müsemmâ olan varlığın kendine has varlığı itibâriyle, kalmaz demek...

Yoksa, bütün varlık ortadan kalkar, yok olur mânâsına değil!

Varlık, Hakk’ın varlığı... Hakk’ın varlığı yok olmaz!.. Yok olan isimler ve bu isimlere bağlı olarak var sanılan isimlerin karşıt mânâları.

Hilmi diye bir şey kalmaz ortada...

Hilmi diye bir şey kalmaz ama, Hilmi’nin gerçek varlığı Hakk’ın varlığıdır. Hilmi ismi ve Hilmi’ye âtfen kabul edilen, vehmedilen varlık kalmaz!

Hakk’ın varlığı olarak varlık, bâkidir.

Meyhâne, cân kuşunun yuvasıdır... Meyhâne, Lâmekân Âlemi’nin (Mekânsızlık âleminin) eşiğidir...

Meyhâne eri olmak, (meyhaneye müdâvim olmak) tamamıyla harâb olmak, mahvolmaktır.. Âlem, böyle adamın ovasında, bir serâp’dan ibarettir.

Bu hâli yaşayan için bütün âlem; Âlem ismi ile kastedilen varlık; Bir serâp, bir hayal hükmündedir. Yok iken aslı var kabul edilen bir şey!

Bu, öyle bir meyhânedir ki, ne haddi var, ne nihâyeti... Ne başlangıcını gören var, ne sonunu

Eğer içinde yüz yıl koşup tozsan, ne kendini bulabilirsin bu meyhânede ne başka birisini...

Vahdet âleminde, ne senin benliğin söz konusu, ne de başka varlıkların benliği, varlığı...

Bir bölük halk orada, elsiz ayaksız koşup durmada... Hepsi de ne mü’mîn, ne kâfir!

Vahdet hâlinde olanlar: Eli ayağı olmaması, bir varlıkları olmamasıdır.

Ne mü’mîn, ne kâfir… Kâfir veya mü’mînliği söz konusu olamaz ki… Varlığı yok ki, mü’mînliği veya kâfirliği olsun!

Herhangi vehmedilen varlığın, kendi vehminden doğan imânı veya inkârı olur.

Kendilerini unutturan şarâbı içmişler.

"Şarâben Tâhûra" denilen Vahdet şarâbını içmişler, kendilerinden geçmişler. Artık, bütün hayırları da bırakmışlar, şerleri de... Hayır yapma duygusu benliktendir, şirk meydana getirir. Şer yapma, zaten şirktir...

Her biri, dudaksız, damaksız bir şarâptır içmiş de, âr’dan da vazgeçmiş, nâmustan ta...

Vahdet hâlinin yaşamında, beşeriyete hâs olan âr ve nâmus duyguları söz konusu olmaz. Âr ve nâmus beşer için, halk için geçerli olan duygulardır.

Vecd’den (kendinden geçme hâlinden) meydana gelen anlaşılmaz sözleri, halvet hayalini.. Nûru, kerâmetleri...

Hepsini, hepsini bir şarâp kokusuyla elden çıkarmış, yokluk zevkiyle sarhoş bir hâlde yere yıkılmış...

Bunların hepsinden geçmiş zaten. Bırak ârı nâmusu, hayrı şerri; Vecd’den meydana gelen Vahdet ifadeleri, sözleri; Belli bir kenara çekilip, orada Hakk’ı bulma düşüncelerini; Nûr görme hâllerini; Kerâmet denen hâlleri... Bunların hepsini atmıştır.

Vahdet, yani hakikatı yaşayan kimsede kerâmet olmaz!.. Kerâmet, bir benlik duygusu, mefhûmu olacak ki, o kişiden vehminden ve varlık görme’den mütevellit Hakkanî yönünü kullanarak bir takım olağan üstü hâller getirsin.

Hakikat ehlinde, tam hakikatı yaşayan Vahdet ehlinde kerâmet olmaz!.. Çünkü, kerâmeti gösterecek ne bir vehmî varlığı vardır. Ne de varlıkları müşâhade eder ki, onlara kerâmet denilen olayı meydana getirsin, göstersin!

Tâcı, âbâyı, âsâyı, tesbihi, misvâkı, şarâba rehnetmiş... Hepsinden arınmış...

Yani, O’nun görünüşte bir veli olduğuna dâir hiçbir alâmeti görebilmene imkân yoktur. Çünkü varlığı kalmamış... Varlığı kalmayınca sadece beden, kendi bedenliği yönünden yaşamını sürdürüyor.

Buna, "Hak, Bâki olarak kalmış" da diyebiliriz…

Artık onda ne bir iddia vardır, ne bir istek, ne de bir arzu vardır... Oturur, kalkar, yer içer. Yani, en basit bir insan gibi yaşamına devam eder.

O yaşama devam eden, bedendir.

Bedenin Özü mânâsında ise varlığı zaten kalmamıştır, yok olmuştur.

Dolayısıyla sûrette ona bir isim, bir vasıf, parmağı değecek hiçbir şeyi yoktur. Bu yüzden de mutlak olarak yok olmuş, kaybolmuş gitmiş kişilerdir bunlar...

Balçık içinde düşe kalka koşmada, gözlerinden yaş yerine kan akmada...

Kâh, sarhoşluktan nâz âleminde şatırlar gibi başını yüceltmede...

Kâh, yüz karalığından yüzünü duvara dönmede... (Yüz karalığından kasıt: Varlığının yokluğundan dolayı kendini tümüyle ifnâ etmesi hâli.) Kâh, kızıl bir yüzle dar üstünde görünmede...

Kâh, sevgilisinin iştiyâkiyle semâ’a girmede, gök gibi elsiz, ayaksız dönüp durmada... (Semâğ halindeki dönüşü kastediyor)

Çalgıcıdan duyduğu her nâğme ile, o’na o âlemden bir vecd, bir hâl gelmede...(Her bir nâğme kendini kendine terennüm ettirmede)

“Cân Semâ”ı, sesten harften ibâret değil.. Her perdede bir sır gizli...

O şarâbı içip bu semâ’a giren şu on katlı hırkayı başından sıyırıp atmış… Her renkten, her kokudan soyunmuş, çıkmış...

O Vahdet şarâbını içen, varlık âleminden sıyrılmış...

On katlı hırkadan kasıt, on akıl...

Hakk’ın varlık âlemindeki tenezzülünde bahsedilen on akıl...

O sâf şarâpla bütün kara, yeşil ve sarı renkleri yıkamış, arıtmış...

Sofi, o sâf şarâptan bir kadeh içmiş de bütün vasıflardan sâf olmuş.

Vahdet hâline girmiş... Vahdet hâline girince; Esmâ Âleminin isimleriyle renklenmeyi bırak! Sıfat Âleminin vasıflarıyla vasıflanmaktan dahi öte; Ahadiyette, tümü ile yok olmuş!.. Gark olmuş!

Cânla bu pislik yerlerini geçmiş, buraları tertemiz aşmış... Gördüklerinin yüzde birini bile söylememiştir...

Şarâp satan erlerin eteğine sarılmış, şeyhlikten da usanmıştır, dervişlikten de...

Bu hâli yaşayan kişinin ne dervişliği söz konusudur, ne de şeyhliği... Şeyhlik diye bir şey olmaz ki.

Şeyhlik nedir?.. Dervişlik ne?.. Bu ne bağdır ki?.. Burası, züht ve takvâ yeri mi?.. Bu ne delilik?..

Eğer, büyüğe küçüğe yüz tutar, büyüklükle, küçüklükle mukayyet olursan, puta tapman, beline gayri müslimlik işâreti olan zünnâr kuşanman, gâvur olman daha iyi...

Halâ varlıkta, büyük küçük görüyorsan; Şeyhlik, dervişlik düşünebiliyorsan; Bu hâlde iken sen puta tap, zünnâr kuşan beline daha iyi…

Vahdet hâlini yaşayan adamda şeyhlik, dervişlik ne arar… Büyük küçük görmek ne arar... Bütün varlık Tek bir varlıktır...

                             * * *

 

SORU 15:

Put, zünnâr ve gâvurluk... Bu makâmda hep Hak ise âlâ!.. Değilse, bunlardan maksat ne?.. Söyle!..

Bu makâmda put, Aşk ve Birlik mazhârıdır... Zünnâr kuşanmak da hizmete bağlanmaktır...

Küfür de varlıkla olur, din de!.. Onun için “Bir”lik, puta tapmanın ta kendisidir...

Küfür veya din, vehmettiği bir varlığı, bir benliği olan, vehîmden kurtulamamış, perdeli varlıkta olur…

Benlik, varlık kalkmışsa ortadan, Vahdet yaşantısı varsa, artık onun küfrü, imânı söz konusu olmaz ki.

Bütün var olan şeyler, senin vehmettiğin varlığının mazhârlarıdır. Onların her biri de bir puttur.

Ey akıllı kişi, iyi düşün! Put, varlık bakımından bâtıl değil ki.

Put dediğin şey, varlığı bakımından bâtıl değil! Varlığı, Hakk’ın varlığı... Senin vehmin dolayısıyla, o varlık put hâlini alıyor

Bil ki putu yaratan da Cenâb-ı Hak... İyinin yaptığı her şey iyidir.

Putun varlığı Hakk’ın varlığı... Hakk’ın varlığı ise tam bir kemâldir. Putta bir eksiklik olmaz asliyeti itibarıyla... Senin vehminden dolayı o put olduğu için, put hükmüne girer.

Mutlak varlık nerede varsa, neyle zuhûr etmişse, orası ve o şey, hayırdan ibârettir...(Dolayısıyla varlık, künhüyle, tümüyle Hakk’ın varlığıdır, ve bir hayırdır. Salt bir hayırdır.)

O varlıkta şer görüyorsan, şer senin perdeliliğin, hicâbın, vehmin, benliğin dolayısıyladır.. Eğer o şeyde bir şer varsa o, varlıktan meydana gelmemiştir.

 Varlığın kendisinde olan bir şer değildir o!

Müslüman, puta tapmak nedir bunun hakikatini bilseydi, dinin puta tapmaktan başka bir şey olmadığını anlardı.

Müşrik de putun hakikatini bilseydi, hiç dininde yolunda azıtır da sapar mıydı?

O, putu ancak görünen bir sûretten ibâret gördü de, (Perdeli, putu görünen sûreti itibâriyle bir varlığı var, Haktan ayrı bir şey sandı) o sebeple şeriâtta kâfir oldu...

Sen de o putta gizli olan hakikatı, (put isminin altındaki hakikatı) ve o putta Hakk’ı görmezsen sana da şeriâtta müslüman demezler...

Hakiki küfür, kime yüz gösterirse, o kimse mecâzi müslümanlıktan usanır.

Her putta gizli bir cân var. Ve küfürde bir imân gizli...

Put isminin arkasında varlık var. Hakk’ın varlığı...

Ve her küfürde bir imân gizli. Hakk’ın varlığını küfreden, inkâr eden, gerçekte hakikatı söylüyor. Çünkü kendi varlığının ötesinde bir varlık yok!.. Kâfirin küfrü, gerçekte imânın, hakikatın ta kendisi..

Küfür de daima Hakk’ı anmakta, Hakk’ı tesbih etmekte…

"Ve in min şey’in" âyetine bak!.. Burada kınamanın ne lüzumu var...

"Gökte ve yerde hiçbir şey hariç olmamak üzere her şey, her an Allâh’ı tesbih etmektedir. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız.." âyetine işaret ediyor...

Ne söylüyorum?.. Yoldan uzak düştüm.. "Allâh de, de" âyetinden sonra, "Bırak onları" denildi...

"Allâh de, de öteyi bırak" “kul lillâh zerhüm” denildi ya... Artık burada tefrike, vehîmden doğan bir çok varlıklar görmeye ne giriyorsun! "Allâh de, ötesini bırak!"

Putun yüzünü kim bezedi, puta o güzelliği kim verdi.

Putun varlığı Hakk’ın varlığı.

Puttaki bütün güzellik, câzibe, çekicilik gene Hakk’ın. Ama sen, put ismi ile Hak’tan perdeleniyor, Hakk’ı inkâr ediyorsun.

"Put" derken, burada sadece haç’ı vs’yi anlamayalım…

Varlık olarak gördüğün, bir isimle andığın ve o isme varlık verdiğin her nesne put hükmündedir…

 Hulûsi’yi, Hulûsi olarak gördüğün, Hulûsi’ye bir varlık verdiğin anda, Hulûsi bir puttur senin için!..

Abdülkadir Geylâni’yi, Abdülkadir Geylâni olarak görüp ona bir varlık verdiğin anda, o puttur senin için...

Muhammed Mustafa’ya, Muhammed Mustafa ismi ile bir varlık verip, O’nu bir varlık olarak müşâhade ettiğin zaman O, senin için puttur.

Hangi isimle, o isme has bir varlığı düşünüyorsan, o bir puttur senin için.. Çünkü, Hakk’ın varlığından başka bir varlık yok! Tüm isimler Hakk’ın, kendine taktığı isimlerdir.

Sen o isimlerde kaldığın anda, puta tapmadasın... İstersen sen kendini müslüman bil, istersen alnını topraktan kaldırma!

Burada meseleyi biraz daha açalım:

Varlık, mutlak olarak Hakk’ın varlığı ve tüm isimleri kendine taktığına göre; kim ki, hangi sûretteki Abdülkadir Geylâni’ye, Muhammed Mustafa’ya, Ahmed Rufâî’ye veya başka bir isme yönelir, o müşriktir...

Vahâbilerin mezhebinin aslı olan; "Biz sadece Allâh’dan isteriz... Allâh’dan gayrına yönelmemiz şirktir... Sizin, Muhammed Mustafa’ya yönelmeniz, Rasûl’e yönelip O'ndan dilemeniz şirktir" sözünün hakikatı ve aslı buraya dayanmaktadır.

Ama, onlar bu hakikatten, beşeriyet vehmî ile perdelenmiş durumdadırlar. Çünkü, hangi isimle yönelirsen yönel, Allâh’a yönelmiş olursun...

Varlık, Hakk’ın varlığı. Dolayısıyladır ki, isimde kaldığın, isme has varlık tasavvur ve tahâyyül ettiğin anda, kendi vehminin yarattığı putlara tapmadasın.. Ve, müşriksin!

Hangi isimle yönelirsen yönel, o isimle Allâh’a yöneldiğinin idrâki, müşâhadesi, yaşantısı mevcut değilse, sen de müşriksin.

Ve, belinde hıristiyanların taktığı, gayri müslimliğin alâmeti olan zünnâr’ın var..Ama, senin gözündeki perde onu göstermiyor sana.

Hak istemeseydi, kim puta tapardı ki?

Zâten o puta tapınma hâlini de gene Hak meydana getiriyor. Kendinde, kendini seyretmenin bir cilvesi...

O yaptı, O dedi, O’ydu bu işleri yapan!.. İyi yaptı, iyi dedi, iyiydi ve iyidir zaten!

Bir gör, bir söyle, bir bil! İmânın aslı da bununla kaîmdir, fer’î de…

Bunu ben söylemiyorum... Kurân’dan duy!.. "Allâh’ın yaratışında aykırılık yoktur."

Bunu ben söylemiyorum derken, Şebüsteri olarak söylemiyorum demiyor. Hak söylüyor!

Bunu söylerken, ben bunları sana anlatırken, Hakk’ın hitâbını duy!

Araya vehmî benliği sokma! Bu isimle var sandığın bu sûret varlığı sokma araya!

Kurân’dan duy! "Allâh’ın yaratışında aykırılık yoktur" âyetini hatırla...

Dikkat ettim, her işin aslını gördüm... Anladım ki, zünnâr hizmete bağlanmaya nişânedir...

İrfân sahibi olan kişi, her sözü, ilk ne mânâ için konmuşsa o mânâda söyler, başka mânâya almaz!

Ersen, Ricâlsen erkek gibi belini bağla da "Ahdıma vefa edin" diye emredilenlere katıl!

İlim atına bin, ibâdet çevganiyle meydandan kutluluk topunu kap!

Bir çok mahlûkat yaratıldı ama seni (yani insanı) ancak bu iş için yarattılar.

Elde edilen mânevi hâller, göz nûru olan çocuğa benzer… Bu çocuğa baba bilgidir, ana da ibâdet…

Şüphe yok ki, insan babasız dünyaya gelmez. Dünyada Mesih ancak tek bir kişidir.

Saçma sapan şeyleri, şeriâta sığmayan sözleri, nûr hayalini, kerâmet vesilelerini bırak! (Bunlar târikat oyuncaklarıdır.)

Senin kerâmetlerin, Allâh’a kulluk etmededir. Bundan başka her şey riyâdan, ulûluktan, gururdan, varlık ve benlikten ibarettir.

Nûr hayali, kerâmet vesileleri, diğer bir takım zânlar, şeriâtın hakikatine uymayan bir takım sözler...

Bunlar hep senin varlığından vehmettiğin, kendinde vehmettiğin varlıktan, kendini var sanmadan ve bunun meydana getirdiği benliğin neticesinde olan şeylerdir...

Bu makâmda yokluğa ait olmayan her şey, yücelik mertebe isteyiş sebeplerinden, ve Allâh’ın kendinden perdeleme hilesinden, mekrinden başka bir şey değildir!

Allâh kendinden perdelemek istedi mi, o kişiyi, çeşitli kerâmetlerin, mertebelerin, yüceliklerin, büyük küçük görmenin, çeşitli zâhiri sebeplerle bağlanıp kalmanın, târikat mertebelerinin, nefs hâllerinin içinde oynatır, durur.

Bütün bunlar Allâh’ın perdelemelerinden başka bir şey değildir. Şu nefsi geçicem de, şu nefse gelicem de, şu ibâdeti yapıcam da, şu mertebeye ericem de... Bütün bunlar, hep vehim ve benlikle perdelenmeden başka bir şey değildir.

Lânetli kör şeytan’dan binlerce kerâmet zuhûr etmede...

Kâh duvardan gelir, kâh damdan... Kâh gönlüne girer, oturur... Kâh vücudunda gezer dolaşır!

Senin gizli hâllerini hep bilir. Seni küfre, günâha, isyana sokar...

İblîs(yani vehîm) sana imâm oldu mu, sen de ona uydun... Uydun ama, onun bu yaptıklarını nereden yapacaksın sen?

Bunu hiç düşünmez misin? Yani, vehmîne tâbi olarak bir takım hâllere düştün. "Ben yapıyorum, ben varım" diyorsun. Peki ama, bu senin "Ben yapıyorum, ben ediyorum" derken varlığındaki kuvvet nerden geliyor sana?

Eğer sen, şu et kemik, şu beden varlık isen, izâfi varlık isen, bu varlık tümü ile dışa tâbi... Tümü ile dışa dediğin zaman, tümü ile dışın bir cüz’ünden başka bir şey değil!

Tefekkür, ister istemez seni Vahdete yönelmeye, vehmî atmaya sevkeder.

Ama, hiç düşünmezsen, böyle böyle kapılıp gidersen, o zaman da vehmîne tâbi olarak, yani, şeytânın elinde oyuncak olarak yaşar gidersin. Öyle dilersen, öyle gidersin.

Kerâmetlerin kendini göstermek içinse, sen Firâvun’sun! Bu dâvâ da tanrılık davası...

Eğer sen, bir takım kerâmetler ortaya koymak, çevreye kendini kabul ettirmek istiyorsan, bal gibi, vehmîn ve benliğin içine düştün demektir. Sendan kerâmet zuhûr etse de, etmese de!

Kerâmet dediğimiz olağanüstü hâller hiç inanmayan Hintliler’de fazlasıyla meydana geliyor. Bu yanın değil ki senin için esas mühim olan...

Sen, çevreye hidâyet vermek için gayret sarfettiğin anda gene benliğe düştün... Çünkü çevrende hidâyet verilecek varlıkları görüyorsan, o varlıkları görmen, seni neticede gene vehmîne soktu, benliğe soktu...

O zaman da Firâvun durumuna düştün... Firâvun, kendi varlığını isbat etmeye çalıştı. Ve o yüzden, tanrılık dâvâsına kalkıştı, Musa’nın karşısında mağlûb oldu...

Allâh’ı tanıyan kişi, kendini göstermeye kalkışmaz!

Allâh’ı tanıyan kişi, Allâh’ı göstermeye kalkışır. Benliğini yok eder, ifnâ eder.

Eğer ben gâfilsem, "Hulûsi’ye bağlan." derim.

Gâfil değilsem, "Allâh’ı bul, Allâh’ı tanı, özüne er” derim.

 Hulûsi diye bir şey yok derim. Hulûsi’nin varlığını kabul ettiğin anda bilâkis şirke girersin" derim.

Hulûsi’ye velâyet de verme, bilmem kâmillik de verme! Olgunluk da verme! Hiçbir şey verme. Çünkü, Hulûsi diye biri, esasında yok!

Hulûsi’nin ne dervişliği söz konusu ne de şeyhliği...

Bunların herhangi birinin olması için, Hulûsi’nin var olması lâzım.

Halbuki, Hulûsi diye biri hiç yok! Böyle biri var olmadı da!

Dolayısıyla, Allâh’ı bilen kişi, kendini göstermeye kalkmaz! Kendini göstermek ancak, Allâh’dan gâflet hâlinin, perdelilik hâlinin ifadesidir.

Yani, Allâh kendi kendini örtmüşse, sûrette perdelilik hâli zuhûr eder ve o perdelilikle de o kendi varlığını öne sürer, ef’âli ortaya koyar. Mânâları ortaya koyar...

Eğer sen, Allâh’ı bilmezlerle düşer kalkarsan meshe uğrar, hayvanlaşırsın.

Yani, Vahdet ehlinin dışındaki kişileri kendine yakiyn eder, enîs eylersen, sen de onların huyları ile, ahlâkı ile, vehmî ile vehîmleşir, neticede hayvanlığa düşersin.

"Hayvanlaşırsın"ın mânâsı; Kişinin kendini beden kabullenmesi hâlidir...

Kişide kendini bu beden kabullenme hâli devam ettiği sürece, o bir hayvandır... Hayvandan başka bir şey değildir.

Hatta, meshin de yeri mi burası? Büsbütün insanlıktan çıkar insanlığın hakikatını inkâr eder kaybeder hayvan ve nebât bile olmaz da tümü ile unsurlar âlemine düşersin.

Sakın, kesinlikle Allâh’ı bilmezlerle düşüp kalkma! Yaratılışından aslından hakikatından mahrum kalır, insanlıktan baş aşağı hayvanlığa ve unsurluğa düşersin.

Bu nâzenin ömrü beyhude yere telef ettin de böyle bir hayat ne işe yarar deyip, düşünmedin bile!

Zâhire kapılan adamlar, dağınıklığa; topluluk derler.

Zâhirde, sûrette, benlikte, vehîmde kalanlar; dağınıklığı topluluk zannederler. Kesreti Vahdet sanırlar.

Bir eşşeği de kendilerine şeyh yaparlar. Ne şaşılacak şey!

Şimdi ulûluk, bilgisizlere düştü. Onun için halkın hâli kötüleşti!

Çünkü, halka yön verenler, kendini şeyh kabul eden kişiler, zâten esasında gâflet ve perdelilik ehli...

Bak hele, kör Deccâl, âleme nasıl bir nümûne göndermiş!

Ey, duygusu olan akılsız adam, nümûne olarak Deccâl’in Habbas adlı eşşeğine bak!

Ardına düşen eşşekleri gör... Bilgisizlikten ilimsizlikten o eşşek de, onların önüne düşmüş.

Hazreti Rasûlullâh, âhîr zamanı anlatırken bunu kaç kere anlattı, defalarca...

Bak! şimdi körle sağır çoban kesildi... Din ilmi göğe çekildi.

Körle sağırın çoban kesilmelerinden kasıt, perdelilik! Vahdet hâlini yaşamayan, perdelilik, vehime kapılmış.

Kendi varlıklarını ister madde, ister ruh, ister beden, ister bedenin ötesinde izâfi bir varlık olarak gören kişiler, halka yön verir, akıl öğretir, ilim verir durumlara geldi.

Dolayısıyla halk da bunların peşine takıldı ve böylece de din ilminin hakikatı göğe çekildi. Hakikat ehlinin katında kaldı, onlar da ortaya çıkmaz oldu.

Arada ne yumuşaklıkla muâmele kaldı, ne hayâ... Hiç kimse ilimsizlikten utanmıyor.

Âlemin bütün ahvâli tersine… Aklın başındaysa nasıl, bak da gör!

Allâh’ın kapısından kovulan, Rahmetten uzaklaştırılan, Allâh düşmanı, babası iyi adam ise vaktin şeyhi oldu...(Şeyhlik babadan oğula geçer bir hâl aldı)

Babası ile atası iyi olduğu için o kötü oğlanı Hızır, öldürdü...

Halbuki sen, babası iyi adamdı diye eşşeklikte senden de daha eşşek olan birisini tuttun, kendine şeyh yaptın...

Babası hakikat ehliydi diye;

Oğlu hayvanlıktan kurtulmamış, kendini halâ beden sanıyor, vehîm hâlinde, dolayısıyla hayvan hüviyetinde;

Ve sen, vehîmden kurtulmamış, benliğini atmamış, hayvaniyetinden arınmamış bir varlığı babası iyi adamdı diye kendine şeyh seçtin.

O, iyiden kötüyü farkedemezken senin içini nasıl temizleyecek, arıtacak?

O daha perdesini kaldırmamış, perdelilik hâlinde, vehîm hâlinde…

Vehim hâlinde olan birisinin, vehîmden kurtulamamış, vehmin hükmü altında olan birisinin, bir başka birini vehîmden çıkarması mûhâldir.

Yani, Hak kendini açık ettiği hâllerde başkasının perdesini kaldırıp, orada da Hakk’ı müşâhadeyi meydana getirir.

Eğer Hak, perdelilik-vehîm hâliyle zuhûr etti ise o zuhûru, perdeyi kaldırıp de vehmî ortadan kaldırabilmesi muhâldir. Olmaz böyle şey!..

Fakat oğul, babasının kemâline de vâris olursa ona ne diyeyim... Nûr üstüne nûrdur o!

Rey’inde isâbet, bahtında saâdet eden oğul, meyva gibi ağacın sırrının hülâsasıdır.

Ama, iyiden kötüyü, kötüden iyiyi ayırdedemeyen nasıl olur da, din yolunda şeyh olur?

Vehmin ne olduğunu bilmeyen; izâfi benliğin ne olduğunu bilmeyen; varlığın aslının Hak olduğunu müşâhade etmeyen; nereden bilir de dinin hakikatını karşısındakine bunu öğretir?

Mürîdlik, din ilmini öğrenmek, gönül mumunu nûrla yakıp aydınlatmaktır.Vahdet hâlidir. Vahdet hâline ermektir.

Bu yüzden gönlüme şu gelmekte ki; Belime bir zünnâr kuşanayım, vaz geçeyim bu işten...

Öylesine perdeliler, vehîm hükmü altında olan, benlik içinde olanlar, varlıkta Hakk’ı müşâhade etmeyenler bu işi yapıyor ki, iyisimi ben belime bir zünnâr kuşanayım da, çekileyim bir kenara.

Şöhretim yok da ondan değil ha... Şöhretim var, var ama, zâten şöhretten utanıyorum ya...

Çünkü, o şöhrete, izâfe ettikleri benlik var. Ve o benliği de bana izâfe ediyorlar. Halbuki benim öyle bir varlığım, benliğim yok! Böyle bir varlık yok! O yüzden şöhretten utanıyorum ya…

Bu işte nekes ve saçma adamlar, bana olduktan sonra bir yığın benlik, vehim içinde yüzen adamlar şeyh diye geçinip insanları saptırma durumunda olduktan sonra varayım, bir bucağa sığınayım, kimse beni tanımasın… Bu, tanınmaktan daha iyi…

Bir de Allâh’dan bir ilhâmdır geliyor: "Sakın ahmaklıkla, Allâh’ın hikmetini kınama!" diyor.

Yani, bu hâl içinde iken, benden gâfil olma! Çünkü o hâlde, bu halka zâhir olan gene benim...

Abdestaneleri temizleyen adamlar olmasaydı memleketlerde halk tehlikelere düşer, herkesin sıhhatı bozulurdu.

Bir de, her cinsin kendi cinsini çektiğini görüyorum... Diyorum ki; "Allâh daha iyi bilir ya, dünya böyle gelmiş, böyle gider!

Perdeliler-vehîm ehli, vehîm ehlini kendine çekiyor. Zâten onda da vehîm ehliliği olmasa, o kabiliyet ve istidâtla orada Hak zuhûra gelmese, gidip de o perdeli adamda kalmaz! O perdeliliği müşâhede etti mi, orayı bırakır, Hakk’a döner.

Eğer Hakk’a dönmüyorsa, halâ perdeliliğin, vehmîn arkasında din uğruna koşuyorum diyerek perdeliliğini, vehmîni, beşerîyetini, benliğini yaşıyorsa, bırak yaşasın! Çünkü o, zâten onun için var.

Burda bir hikâye anlatmıştık daha evvel. İlgisi nedeniyle tekrarlayalım:

Bir tavuğun altına ördek yumurtası koymuşlar. Tavuk bütün yumurtalara kuluçkaya yatmış. Altından on tane tavuk çıkmış, bir tane de ördek...

Ama, kendi yumurtası, kendi altından çıktı.. O da değişik, diye kabul ediyor ve büyütüyor… Dolaşıyorlar...

Derken, bir su kenarından geçerlerken, ördek kendi aslının gereği olarak koşup dereye atlıyor. Tavuk: "Atlama", diyor; "Boğulursun, sapıtırsın, ölürsün, mahvolursun, kâfir olursun."

Ama, ördek diyor ki: "Ben su ehliyim. Evet, bu güne kadar kendimi tanımıyordum, bilmiyordum. Suyu görmemiştim. Hakikatı duymamıştım. Senin yanında, senin yumurtandan çıkmış olarak kendimi sanıyordum.

Ama, şu anda ben suyu gördüm. Hakikatımı buldum, aslımı buldum. Bugüne kadar bana yaptıklarına teşekkür ederim. Ama, bundan sonra, benim yerim sudur... Ben su ehliyim."

İşte bunu gibi, her cins kendi cinsini çeker.

İşte onun gibi, herkes kendi aslını bulur ve aslı kendini çeker.

Perdelilik için yaratılmış bir tecelli perdeli olanı önder bulur, onun peşinden gider. Hak, perdesiz olarak orada tecelli edecekse, perdesizi bulur, Vahdet hâlini yaşatır...

Ama sen, ehil olmayanların sohbetinden kaç!..

Sen kendi aslını hakikatını bulmak arzusunda isen, senden bunu tecelli ettiriyorsa, Vahdet hâlini yaşamayan, Hak olarak dilde konuşmayan varlıkların yanından kaç.

İbâdet istiyorsan âdetten vazgeç.

İbâdet etmek istiyorsan! Hakiki mânâda ibâdet etmek istiyorsan, Allâh’a kulluk denen şeyi yaşamak istiyorsan, âdet hükmünden gelen ibâdetlerden kaç!

Çünkü o, senin benliğini güçlendirmekten başka bir şey meydana getirmez… İbâdet ediyorsan âdeti bırak!

İbâdetle âdet bir araya gelmez!.. Hakiki mânâda ibâdete yönelmek istiyorsan âdet hükmünde olan davranışlardan kaç!

Gâvurluktan maksat da her şeyden ayrılmak, soyunmak! Ben böyle gördüm... Taklîd boyunduruğundan kurtulmak gerek...

Kutlu Vahdet tapısı, cânın ibâdet yeridir... Bâkâ, Zümrüd-ü Ankası’nın yuvasıdır.

Vahdet hâli, o hâlin zuhûr ettiği yerin ibâdetidir.

Cânın ibâdet yeridir... Bâkâ, Zümrüd-ü Ankası’nın yuvasıdır.

Hakk’ın bâki olmasının neticesi, oradaki ahvâl, ibâdetten başka bir şey değildir.

Vahdet hâlini izhâr ettiği sûret, o izhârâtın neticesi olarak her an hakiki mânâda ibâdet hâlinde ve Allâh’a kulluk etme hâlindedir...

Bu iş, Ruhullah’dan zuhûr etti... Ruh-ül Kudüsten göründü... (Hazreti İsâ’da açık seçik göründü.)

Nâsut âlemine mensup olan nefs’den kurtulursan, Lâhut Âleminin kutlu kapısına varır, girersin.

Bu bedenden, bu bedende var olan nefis’den, benlikten, vehîmden kurtulursan, Hakk ‘ın âleminde yerini alırsın.

Melek gibi her şeyden mücerret olan kişi, Ruhullah gibi dördüncü kat göğe çıkar.

Allâh’ın ruhu olan Hazreti İsâ, dördüncü kat gökte yerini aldı.

Melek gibi her şeyden mücerret olan, bedenden ve nefis’den mücerret olan, dördüncü kata çıkar.

Süt emen çocuk, anasının yanında beşiğe mahpustur.

Fakat adam oldu da, yürüyüp gezmeye kudret kazandı mı erkekse babasına yoldaş olur.

Unsurlar, (Dört unsur: Ateş, hava, su, toprakdan meydana gelen bedenin) senin aşağılık analarındır. Babaların da yüce gökler…

Hazreti İsâ'nın: "Ben, göğe, babamın yanına gidiyorum" dediği gökler…

Seyir âlemi, mânânı meydana getiren âlem!..

Sen ise bir çocuksun!..

Onun için İsâ göğe çıkarken: "Ben, yücelere, babama gidiyorum" dedi.

Sen de Baba’nın cânısın, Babana yürü! Yoldaşların yürüdüler, yüceldiler. Sen de yücel!

Uçar kuş olmak istersen, bu pis dünyayı isteyenin önüne at!

Bu gaddâr dünyayı, (Madde âlemine tapmayı, madde âlemini görmeyi, madde âlemini var sanmayı) alçaklara ver. Ölü eti köpekten başka bir hayvana verilmez!

Hayvan sûretinden, hayvanlık vehmînden arınmamış, kendini beden olarak görmekte olan kişilere bırak bu dünyayı...

Dünya ile ilgilenmeyi, ona bir değer vermeyi...

Soy sop da nedir ki? Sen, sana uygun olan adamı ara! Ve onu bulmakla Hakk’a yüz tut, soyu sopu görmeyi bırak! Terk et!

Yokluk denizine dalana; "Onların arasında soy sop yoktur" âyetinin sırrı tecelli eder.

Yokluk denizine dalana, yani, vehîm isminden arınıp, Vahdet hâlinde kendini bulana: Onların aralarında soy sop, yani, yakınlık söz konusu değildir.

Çünkü yakınlık, iki ayrı şey arasında mevcuttur. Birinin birine yakın olması. Halbuki, "Vahdet hâlini yaşayanlar, yakınlıktan öte, Tek bir varlık hükmündedir."e işaret ediyor…

Şehvetten meydana gelen nisbet, ulûluktan, gurûrdan başka meyva vermez.

Yani, bedensel alâkalar, ilişkiler, yakınlıklar, kişiye çeşitli gurûrlar, benlikler verir.

Arada şehvet duygusu olmasaydı bütün soylar, soplar, masaldan ibâret olurdu.

Arada şehvet olduğundan, bir adam baba oldu, öbürü ana.. "Ana baba dediğin de kim oluyor?." demiyorum ha!.. Onları sayman, dünyada o sûretle yaşayıp geçinmen lâzım.

Söylemek istediğim şu: Bir aklı eksiğe kız kardeş demiş, bir hasetçiye kardeş adını takmışsın..

Düşmanına oğul demişin, yabancılara akraba diyorsun.

Bana bir kere söyle bakayım! Dayı, amca dediğin kim?.. Onlardan dertten kederden başka ne elde ettin?

Yolda seninle yürüyüp giden yoldaşların(târikatte seninle beraber yürüyüp giden ihvânın) da seninle alay etmek için gidiyorlar kardeşim!

Onlar kendilerinde bir benlik görüyorlar, seni bir varlık olarak görüyorlar.

Bu hâl bir alaydan, bir oyundan başka nedir ki?

Bir an onlarla ciddi bir sûrette oturup kalksan onlarda neler görürsün... Ben ne söyleyeyim?

Bunların hepsi masaldan, afsûndan, sihirden, boyadan ibâret... Cânın için hakikatin için bunların hepsi de alaydan, oyundan başka bir şey değil!

Erlikle erler gibi kendini kurtar ama kimsenin de hakkını zâyi etme! (Onlarda Hakk’ı görmez duruma düşme!)

Şeriâttan bir dakikacık olsun gâfil oldun mu, iki âlemde de dinsiz kalırsın.

Sakın, şeriât haklarını bırakma!.. Fakat, kendini de koru!

Yani, Hakk’ın sana sûretlerde görünmesi hâlinde; Hakk'ı, o sûretlerde görünme durumundan, inkâr etme!

Ama o sûretlerle veya herhangi bir sûrette de kendini kayıt altına alarak, şeriâtın hakikatından mahrum kalma!

Altınla kadın, ancak dert ve kederden ibârettir... Onları Meryem oğlu İsâ gibi bırak! (Anana, babana uyma da İbrahim gibi) Hanif mezhebine gir, her mezhebin bağından kurtul!.. (Vahdet hâlinde herhangi bir mezhep ve sûretle, anlayışla kayıt altına girme artık) Rahip gibi din kilisesine gir!

Eğer gözünde Hak’dan gayrısı varsa, mescitte bile olsan kilisedesin (müşriksin) demektir.

Yok eğer âğyârı görmezsen“Hakk’ın dışında bir şeyi görmez durumunda isen o vakit” (mescitle kilise aynı olur).

Artık ben bilmem... Nerede olursan ol!.. Nefsinin, vehmînin zıddına hareket ettin mi (nefsini görmedin mi) kurtuldun.

Put, zünnâr, gâvurluk, çan... hepsi de senin adını sanını varlığını terk etmeye işârettir.

Hâs kul olmak istiyorsan, doğruluğa ve ihlâsa hazırlan!

Yürü! Kendini kendinden kurtar (Vehminden, vehmettiğin varlığından). Her an başka bir imânâ bürün.

İçimizde nefsimiz kâfirken, görünüşte islâm dininden olmaya razı olma!

Nefsini görüp, benliğinin içinde yaşarkan, halâ da kendini müslüman sanarak hâlinden razı olma!:

Her an yeni baştan imânını tazele! Müslüman ol, Müslüman ol! Müslüman ol!

Nice imân vardır ki, küfürden doğar. İmân meydana getiren küfür, küfür değildir.

Riyâyı, büyük görünme kaygısını, âr ve namusu bırak! Hırkayı çıkar, at! Zünnâr kuşan!

Pîrimiz gibi, küfürde tek ve eşsiz ol! Ersen gönlünü bir ere ver!

İkrârdan da mücerret ol, inkârdan da… (İmânı tasdikten de geç, inkârdan da) Gönlünü tamamıyla bir gâvur oğluna teslim et!

Gâvur oğlundan kasıt; Vahdet halini yaşayan, Hakk’ı tüm varlıkta ve özünde gören... O’nun için artık imân diye bir şey söz konusu değildir.

Hakiki mânâdaki Hakk’ın kendini müşâhadesi hâlini kastediyor.

Hakk’ın kendini müşâhedesi hâlinin bir sûrette zâhire vurması hâlinde, o sûreti de gâvur oğlu olarak, meyhâne pîri olarak, hakiki mânâdaki mürşîd, şeyh olarak kastediyor...

O bütün gönülleri avlar, esir eder... Kâh onlara şarkıcı olur, tegânni eder. Kâh sâki olur, şarâp sunar!

O ne güzel çalgıcıdır ki bir güzel nâğmesi ile yüzlerce zâhidin harmanına ateş salar! Zühtünü yakar, varlığını imhâ eder.

O ne hoş sâkidir ki, bir kadehle yüzyetmiş yıllık ihtiyarı kendisinden geçirir, sarhoş eder.

Gecedeki sarhoşlukla harâp bir hâlde tekkeye gider, sofînin beyhude mücâhedesini masal hâline koyar!

Sofî’nin hakikata ermek için yaptığı mücâhedeleler gene benliğinden doğar. O bir defa hakikati açtı mı ona, ne mücâhede kalır, ne benlik kalır ne varlık kalır.

Seher çağı mescide girse orada bir tek kendini bilir adam kalmaz.

Kendinden geçmiş sarhoş bir hâlde medreseye girse Fâkih (din hukuku ile uğraşan), onun huzuruyla çaresiz bir hâlete düşer, mahmûr kalır!

Aşkından zâhidler çâresiz kalırlar. Evlerinden, barklarından âvâre olurlar!

Birisini mü’min eden de O, öbürünü kâfir eden de O! Bütün âleme fitneler salan da O, cihânı birbirine katan da O!

Meyhâne, dudağından mâmûr olmuş, mescitler, yüzünden nûrlanmış…

Her işim onunla kolaylaştı... Kâfir nefisten onun sayesinde kurtuldum.

Gönlüm, ilim sahibi olduğundan dolayı gurûrdan, ulûluktan, hileden, şüpheden yüzlerce perde ile örtülmüştü! (Çünkü, var sandığım benliğim vardı)

O put, seher çağı ansızın kapımdan içeri girdi; beni gâflet uykusundan uyandırdı.

Cân hâlveti, yüzünün nûruyla aydınlandı... O aydınlık içinde kim olduğumu gördüm! (Kendimi tanıdım)

Gönül yüzüne bir baktım, cânımdan bir “AH!”tır çıktı.

Bana dedi ki: Ey hilebaz mecnûn, bütün ömrünü ad san sahibi olmaya çalışmakla geçirdin.

Bak da gör; bilgi, ulûluk, zâhidlik, sofîlik ve zân! Ey ham adam, seni kimden, (benden) mahrum etti?

Yarım lâhza yüzüme bakmak binlerce yıl ibâdet yerine geçer.

Hulâsa o âlemleri bezeyen yüz, baştan ayağa kadar beni bana gösterdi.

Ömrümü zâyi ettiğimden, günlerimi boşa sarf ettiğimden utandım da cân yüzüm, kapkara oldu.

O ay, güneş gibi yüzünü görünce cânımdan ümidimi kestiğimi gördü de…

Bir kadeh doldurup sundu… O şarâbın suyundan bana bir ateştir düştü…

Sonra bana "Bu renksiz, kokusuz şarâpla varlık levhindeki nakışları yıka" dedi…

Bu Vahdet hâlinin yaşantısı ve idrâkiyle vehmettiğin varlıkların sûretlerini yık, o varlıkları görmez hâle gir ve sadece Ben'i seyretmeye başla, dedi.

O şarâbı sonuna kadar içtim. Sarhoş olup topraklara serildim.

Şimdi ne kendimdeyim, ne değilim. Ne aklım başımda, ne mahmûrum, ne sarhoş.

Kâh gözleri gibi başımda bir sarhoşluk var. Kâh zülfü gibi darma dağınık bir hâldeyim!..

Kâh kendi huyum yüzünden külhandayım. Kâh O'nun yüzünden gül bahçesinde…

O gül bahçesinden bir koku aldım da adını "GÜLŞEN-İ RÂZ" koydum…

Onda gönül sırlarından öyle güller açılmıştır ki şimdiye kadar onları başka bir kimse söylememiş, övmemiştir (hep kendi kendine).

O gülşenin süsenleri, hep söylerler… Nergislerinin gözü daima görür...

Gönül gözüyle birer birer dikkat et, bakta şüphen kalmasın.

Şeriâte ait nakledilen sözlerle akli deliller ve hakikatler, tamamıyla incelip, arınıp hülâsa edilmiştir.

 İnkâr gözüyle bakma bu GÜLŞEN’e! Bu anlattıklarımıza! Yoksa güllerin hepsi gözüne senin diken kesilir.

Hakk’ı tanımazlığın alâmeti, şükretmeyiştir. Şükretmek, Hakk’ı tanımak, hakkı Hakk’a teslim edip aradan varlığı çıkartmakla mümkün olur.

Bütün bunları sana anlatmamdan maksat da şu: Belki bir Âzîz beni anar da rahmet olsun, der, rahmet okur.

Kitabı adımla bitirdim: İlâhi, sen akıbetini Mahmûd et!..

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Sohbeti İndirebilirsiniz!