Din'in Direği Namaz
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) Efendimiz bir açıklamasında:
“NAMAZ, DİNİN DİREĞİDİR!” buyuruyor.
Dinin direği ne demektir?..
O zamanlarda, insanların çok az bir kısmı kerpiçten yapılan evde yaşarken, büyük bir kısmı çadırda yaşıyordu... Çadırın meşhur orta direği vardır. O çadırı ayakta tutan ana direk gibi; dinin direği de namazdır!
Kişi, “mi’râc olan namaz” gerçekleşmediği sürece, bir önceki basamakta yapmış olduğu “Kelime-i Tevhid”i tasdikinin gereğini hissedip, yaşayamaz... Bilgide kalır!
İlm-el yakîn, “Kelime-i Şehâdet”in sırrının kavranmasıdır!
Bunun Ayn-el yakîni; “namaz”ın mi’râc oluşudur!
Hakk-el yakîni; “oruç”tur.
Buraya kadarı Fenâfillâh’tır…
BakâBillâh ise “zekât”tır!
Bunlar bugüne kadar pek bahsedilmemiş şeyler olduğundan, belki de nasıl oluyor diyerek yadırgayacaksınız, şaşıracaksınız; hatta belki de reddedeceksiniz…
Ama sakın ola ki bu açıkladıklarımı inkâr ederek nefsinize zulmetmeyin!
“İlm-el yakîn”de; kişi ilmî idrak ile Allâh'ın tekliğini, Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın Allâh Rasûlü ve Allâh kulu oluşunu idrak ederek şehâdet eder.
Bu şehâdetin neticesinde, aldığı ilme göre namazı ikame ederse (namaz kılarsa değil), o namazı ikame edişi ile kendisinde mi’râc başlar…
O yaptığı “urûc” ileoluşan “mi’râc” sonucunda da Allâh'a vâsıl olur!..
Bunun da neticesinde kendi varlığı ortadan kalkar; varlığında TEK mevcut olan Hakk’tan gayrı olmaz!
Bu hâlde varlığının Hakk’ın varlığı olduğunu kavrayınca; Kendisi varlığındaki ilâhî vasıflarla tahakkuk eder.
Ettiği zaman, “oruç”lu olup, zâhir olduğu kapasite çapında aç kalır, susuz kalır; açlığa ve susuzluğa tahammül gösterir; “Samediyet tecellisi olur” böylece de “Hakk-el yakîn” hâli kendisinde zuhur eder.
Evet, önce “NAMAZ” üzerinde duralım…
“Kulun Allâh’a en yakîn olduğu hâl ve zaman secde hâlidir” buyurulur...
Bir de namazın “ikame” edilmesinden söz edilir.
Namaz “kılan”lar vardır... Namazı “ikame” edenler vardır.
Namazın “kılınması” ayrıdır, namazın “ikame” edilmesi ayrıdır, “daimî namazda” olanlar ayrıdır.
“Zâhir ehli” yani olayın tefekkürüne girmeyenler topluluğu diye bahsedilen “avam” için, “namaz kılınır”.
Namaz kılınması önerilerek, belli hareketler arasında, belli zikirlerin yapılmasıyla, bu zikirlerden ve dualardan hâsıl olan enerjinin beyin tarafından ruha yüklenmesi hedeflenmiştir...
Bu çalışmadan amaç, ruhun pozitif enerjisinin kuvvetlenerek, kişinin kendisini ölüm ötesi yaşamda güçlü bir hâle getirmesidir.
“Namaz”dan söz ederken önce şu tespiti yapalım...
Kur’ân-ı Kerîm’de “beş vakit namaz” kesinlikle mevcuttur; ve Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) da bu konu kendisine açıldıktan sonra, dünyası değişene kadar bu ibadete, günde beş defa olarak devam etmiştir! Âyet:
“Salât”lara (namaz - Allâh’a yöneliş), özellikle orta “salât”a (ikindi - şuurda her an bunu yaşamaya) dikkat edin. Kanitîn (tam teslim olmuşlar) olarak, Allâh için yaşayın. (2.Bakara: 238)
Namazı beş vaktin altına düşürmeye kalkmak; ya da beş vakit namazı inkâr etmek, tek kelime ile “ahmaklık”tır!
Ancak, vaktinde kılamadığınız bir namazı daha sonraki namazın öncesinde edâ etmek de imkân dışı olmamalıdır!
Müslümanların kılmak zorunda oldukları beş vakit namazın vakitleri ve rekâtları şöyledir:
Sabah namazı 2 rekât,
Öğle namazı 4 rekât,
İkindi namazı 4 rekât,
Akşam namazı 3 rekât,
Yatsı namazı 4 rekât.
Bunlar “farz” namazlardır... En azıyla, bu kadarı zorunludur...
Esasen namazlar, bütün diğer “ibadet” türleri gibi ikiye ayrılır;
1. “Farz” namazlar
2. “Nâfile” namazlar
“NÂFİLE”, yani Türkçe mânâsıyla “YARARLI” namazları araştırmacılar kendi aralarında çeşitli şekillerde değerlendirmeye tâbi tutmuşlardır... “Vâcip, sünnet, müstehap, mendup” vs. gibi tâbirlerle...
İsteyenler, bu “farz” namazların öncesinde ya da sonrasında, vaktin elvermesine ve içinde bulundukları hâle göre, diledikleri kadar bu namazlardan kılabilirler!.. Ancak bunlar “farz” değildir!
Bugün camilerimizde kılınan namazların Rasûlullâh (aleyhisselâm) devrinde kılınan namazlarla tek benzerliği, farzların imamla kılınmasıdır!
Şayet bir kişi, öğle vakti dört-beş dakikasını ayırıp, bulunduğu yerde, veya camide imama uyarak dört rekâtlık öğle namazını kılıyorsa, bu kişi, üzerine “farz” olanı yerine getirmiştir!
“Farz” namaz önce ve sonrasındaki “nâfile” namazların, “sünnet” adı altında âdeta “farzlaştırılarak”; müezzin yönetiminde tespihler ve dualarla birlikte dinsel bir tören havasına sokulması tamamıyla sonradan oluşturulan bir düzenlemedir!
Rasûlullâh (aleyhisselâm) zamanında kılınan “terâvih” namazı yalnızca “sekiz” rekât idi!..
Hele hele, para karşılığı okunan, “mevlid” adı verilen törenler tamamıyla sonradan icat olup, ibadetle hiç ilgisi yoktur!..
İslâm Dini’nde “mevlid” diye bir ibadet mevcut değildir!
“Mevlid”, Hz. Rasûlullâh Efendimiz (aleyhisselâm)’ın âhirete intikâlinden yüzlerce yıl sonra, O’nu övme amacıyla yazılmış bir şiir olup; bu şiirin gazel havasında okunmasının da ibadet olması, elbette kesinlikle söz konusu değildir!
Hz. Rasûlullâh, ancak “Âlemlerin Rabbi olan ALLÂH” tarafından övülebilirdi ki; bu da Kur’ân-ı Kerîm’de gerçekleşmiştir:
Seni âlemler (insanlar) için sadece rahmet olarak irsâl ettik! (21.Enbiyâ': 107)
Hükmü, O’nun yüce şanını gösterir!
Bizim gibi sınırlı anlayışlı insanların, O yüce Zâtı övmeye kalkışı ise, O’nun yüce şanına ancak kısıtlama getirir!
Ayrıca Rasûlullâh bizden, kendisini övmemizi değil; getirdiklerini anlayarak çevremize olabildiğince verici olmamızı istiyor ve bekliyor!.. O’nun ulvî şahsiyetini, kendimize geçim kaynağı yapmamızı değil!
Ayrıca kesinlikle bilelim ki, para karşılığı yapılan hiçbir çalışmanın “İslâm Dini”nde yeri yoktur!
Parayla, ne “Kur’ân” okutturabilirsiniz; ne “hatim” indirtebilirsiniz; ne de ölmüş kişilerin “namaz” veya “oruç” borçlarını ödetebilirsiniz!
Kesinlikle bilelim ki;
Kur’ân ve Rasûlullâh açıklamaları kökenli “İslâm Dini”nde belirtilen ibadetler arasında, ne “mevlid”; ne de ölünün namaz-oruç borçlarını kapatmak için yapılan “ıskat ve devir” törenlerine yer vardır!
Bunları yapıyorsanız, kesinlikle biliniz ki, sadece kendinizi tatmin ediyor; bu arada bazı kişilerin de bu bahaneyle geçimine yardım ediyorsunuz!
PARA ÖDENDİĞİ İÇİN YAPILAN; PARA ALINMADIĞI TAKDİRDE DE YAPILMAYACAK OLAN HİÇBİR FİİLİN İSLÂM DİNİ’NDE KESİNLİKLE YERİ YOKTUR!
Eğer, bu yanlışı yapıyor ve bilgisizliğimizin karşılığını biraz pahalı ödüyorsak; suçu karşımızdakinde değil, kendimizde arayalım; işin gerçeğini araştırmayıp, körü körüne, bilinçsizce etrafa uyduğumuz için!
Bu arada yanlış anlaşılmasın! Biz, “farz”lar öncesinde ya da sonrasında “nâfile” namaz kılınmasına karşı değiliz!
Dileyen dilediği kadar “nâfile” namaz kılar; ve bunun karşılığında da büyük ecir ve sevap alır! Ancak, bu “nâfile” namazların, bugünkü uygulamalarla, zorunluymuşcasına, “farz”mışcasına takdiminin yanlış olduğunu vurguluyoruz!
“Nâfile”nin bir türü olan “sünnet” namazını, “farz” namazmış gibi göstermek, bu zannı vermek büyük hata ve gaflettir! Belki iyi niyetledir; ama kesinle bilgisizlik ve düşüncesizliktir!
“KOLAYLAŞTIRIN, ZORLAŞTIRMAYIN; MÜJDELEYİN, NEFRET ETTİRMEYİN”…
Buyuran Rasûlullâh (aleyhisselâm) Efendimize düşüncesizce karşı çıkmaktır!
“DÖRT” ya da “ÜÇ” veya “İKİ” rekât için birkaç dakikayı ayıramayan insanın pek mazeret gösterme şansı yoktur!
Ancak, günümüz telaşesi içindeki insana, içine beş-on dakikalık “farz”ın da katıldığı yarım saat hatta kırk beş dakikalık, şişirilmiş ibadetler bütününü, “farz” diye göstermek ve kabul ettirmek oldukça güçtür!
Ve bu, dini zorlaştırarak, insanları zorla İslâm Dini’nden uzaklaştırmaktır!
Hele, Cuma namazları!..
CUMA namazları, günümüzde, tam bir camiden insan kaçırma uygulamasıdır!
Rasûlullâh devrinde, bizâtihi Rasûlullâh (aleyhisselâm) tarafından “İKİ” rekât olarak kılınan CUMA namazları, “hakikat” şuuru olmayanlar tarafından “YİRMİ” rekâta yükseltilmiştir! Hele buna bir de upuzun “buldum kaçırmayayım” zihniyetiyle düzenlenen ve “Din”in amacına hizmet vermeyen hutbeleri eklerseniz; insanları “CUMA” namazından kaçırtmak için daha güzel bir yol bulamazsınız!
Rasûlullâh zamanında ezan okunduktan sonra kâmet getirilir ve bu kâmet sonrasında hutbeye çıkılarak müslümanlara yeni gelen vahiyler duyurulur; ya da onlara çeşitli vahiylerle ilgili açıklamalar yapılır; sonra da iki rekât Cuma namazı kılınır ve dağılınırdı!
Bu “iki rekâtlık CUMA namazı” sonrasındaki bugünkü “zuhru âhir” dedikleri namazlar tamamıyla uydurma olup; Kur’ân ve Rasûlullâh kaynaklı Din’de yeri yoktur!
“CUMA GÜNÜ HUTBEYİ KISA, NAMAZI UZUN TUTUN.”
Şeklindeki Rasûlullâh buyruğu günümüzde tam tersine döndürülmüştür...
Hutbeler, “Din”le alâkası olmayan konularda, upuzun kendini tatmin konuşmalarına dönüştürülmüş; namaz da iki-üç âyetle geçiştirilmeye başlanmıştır!.. Oysa gerçekte hutbenin, elden geldiğince kısa tutulması, namazın da olabildiğince uzatılması; okunan âyetlerin de dikkatli seçilmesi gerekmektedir!
Ayrıca, namaz sırasında el bağlama şekillerinin ya da otururken ayağını altına almanın veya yana çıkarmanın; zorunlu örtünme miktarı dışındaki kıyafet tarzlarının, namazın “KABUL OLMASIYLA” da hiçbir alâkası yoktur!.. Bu konuda getirilen tüm şartlar uydurmadır; sonradan kişilerin kendi dar anlayışlarına göre konulan yakıştırma kurallardır!
“Benim sünnetimden yüz çeviren...”
Uyarısının işaret ettiği mânânın, o devrin örf ve âdetleriyle ilgili olan giyim-kuşam ya da oturup-kalkma usulleri ile hiçbir ilgisi olmayıp; tamamıyla RASÛLULLÂH (aleyhisselâm)’ın bize öğrettiği “İNANÇ ESASLARI” ile alâkalıdır!
“SÜNNET” kelimesinden muradın ne olduğunun detaylı açıklaması “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU?” kitabımızda mevcuttur.
Din ve dinsel değerler, “SÜNNET” denilen ALLÂH indîndeki zamanüstü gerçeklerle bağlantılı olup; insanlara “Din”deki zamanüstü gerçeklerin kavratılması ve yaşamlarını bu izafî-göresel olmayan gerçekler doğrultusunda düzenlemeleri için gelmiştir!
Yine bu konuda söylenen, “Namazda aklına başka şeyler geliyorsa namazın kabul olmaz” fikri de kesinlikle uydurmadır! Elbette o sırada aklına başka şeyler gelebilir; ve buna rağmen de namazın geçerlidir!
Namazı “kılan” bir kişi velev ki, o âyetleri okurken veya tespih ederken aklı başka yerde olsa bile, bu okuduklarından meydana gelen veriler ve enerji beyin tarafından ruha yüklenir! O anda başka şeyler düşünse de!
Çünkü beyinde aynı anda pek çok devre çalışır. Her biri kendi devresinde, kendi varoluş gayesine ve sistemine göre görevini ifa eder.
Biz, beynimizin faaliyetlerinin pek çoğundan bîhaberiz!
Ancak, haberdar olmamamız, bir şeyi değiştirmez ve biz, beynimizin yaptığı sayısız işlevden habersiz olsak da, beyin bu görevlerini yapar...
Vay hâline o (âdet diye) namaz kılanlara ki; (107.Mâûn: 4)
Onlar, (iman edenin mi’râcı olan) salâtlarından (okunanların mânâsını yaşamaktan) kozalıdırlar (gâfildirler)! (107.Mâûn: 5)
Onlar (iman edenler) salâtlarında hakkıyla Allâh’ı müşahede etmenin yaşantısı içindedirler; (23.Mu'minûn: 2)
“ALLÂH” azametini fark eden insanın, bu sonsuz yücelik yanında kendi “hiç”liğini fark etmesi; ve bunun sonucunda da hissettikleridir “HUŞÛ”!
Bu âyetlerin anlamlarını yeterince anlayamayanlar, “sen namazda dünyadan yeteri kadar arınamıyorsun, Allâh’a yönelmiyorsun, dolayısıyla namazın kabul değildir” gibi hükümler verirler...
Oysa bu yorum, bu anlayış tamamen yanlıştır! Çünkü namaz, birinci derecesinde söylediğim gibi, kılınma şekliyle, senin ölüm ötesi azaptan, cehennemden korunman için gerekli olan enerjiyi sağlayacaktır.
Burada “huşû olmazsa, olmaz” denmesi, “Mi’râc olmaz” anlamınadır! “Allâh’a vusûl olmaz” anlamınadır!
Kişiye Din’de önerilen çalışmaların iki amacı vardır:
1. Ölüm ötesi yaşamda çeşitli ortamların azabından korunması.
2. ALLÂH'a dünyada yaşarken ermek!
Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir.
İçinde huşû olmayan namaz, “Mi’râc” olmaz, ama huşû olmayan namaz kılınır ve kılınan namaz kişiyi çeşitli azaplardan korur.
İşin içyüzünü bilmeyenlerin sözlerine kapılıp; “Mâdemki namazı tam hakkıyla kılamıyorum o hâlde hiç kılmayayım” demek büyük gaflettir! Bilmeyenlerin sözlerine kapılıp, işin gerçeğinin kapsadığı büyük sırdan mahrum kalmaktır... Papaza kızıp “oruç” bozmaktır!
Baklava-börek yiyemiyorum o hâlde aç kalayım; diyerek önüne gelen kuru fasulyeyi geri çevirmeye benzer!
“Namazı kıl”, ayrıca da “namazı ikame” nasıl olur diye de araştırmanı yap!
Evet, gelelim namazın “ikame”sine:
Namaza dururken “ALLÂHU EKBER” deriz.
Başlangıç “tekbir”iyle birlikte, eller avuç ayaları karşıya bakar şekilde yukarı kalkar; ama kolunu kaldırma işini başına veya omuzuna kadar kaldırmışsın, veya ellerini kulağına değdirmişsin bu önemli değil!
Mühim olan, vücuda paralel bir biçimde ve avuç ayaları karşıya bakar bir şekilde ellerini başa doğru kaldırmandır... Bunun mânâsı “Allâh ile aramdaki tüm perdeleri kaldırdım arkama attım”, demektir.
“Tekbir” yani “Allâhu Ekber” sözünden murat;
“O” öylesine sınırsız, sonsuz ilim ve güç kuvvet sahibidir ki, “O”nun dışında bir varlık yoktur; demektir.
Şimdi bunu düşünerek namaza girdiğimizi düşünelim... “Allâh”ın Tekliğini, yüceliğini; her varlıkta her zerrede var olanın “O” olduğunu müşahede ederek namaza durduk.
İşte “namazın ikamesi” başladı...
İnniy veccehtü vechiye lilleziy fetaresSemâvati vel Arda Haniyfen ve ma ene minel müşrikiyn “Muhakkak ki ben vechimi (bilincimi) hanîf (tanrı objesiz) olarak, semâlar ve arzın Fâtır’ına (her şeyi yaratış amacına göre programlayarak Yaratan’a) yönelttim... Ben müşriklerden değilim!” (6.En’Am: 79)
Kul inne Salatiy ve Nüsükiy ve mahyaye ve mematiy Lillâhi Rabbil alemiyn De ki: “Muhakkak ki salâtım (yönelişim - namazım), nüsukum (Allâh’a yaklaştırıcı işlevi olan çalışmalarım), hayatım ve ölümümle yaşayacaklarım; Rabb-ül âlemîn olan Allâh içindir (Allâh Esmâ’sına ait özelliklerin açığa çıkması içindir).” (6.En’Am: 162)
Lâ şeriyke leHU, ve Bi zâlike ümirtü ve ene evvelül müslimiyn “‘HÛ’ için ortak kavramı düşünülemez! İşte bununla hükmolundum; ben teslim olmuşluğunu yaşayanların öncüsüyüm!” (6.En’Am: 163)
Ondan sonra “Subhaneke ve bihamdike”yi okudun; her zerrenin “O”nu tespih ettiğini, “O”nun bütün eksik kavramlardan münezzeh olduğunu; her bir yaptığının mükemmellik olduğunu; her bir var ettiğinin ayrı bir mükemmeliyeti sergileme amacına dönük olduğunu idrak etmiş olarak dile getirdin.
“O”nun “hamd”ı ile “hamd” ederim, dedin... Yani, sadece “ALLÂH” kendi kendini idrak edip, değerlendirebilir, dedin...
Zira, ALLÂH’ı ALLÂH’ın dışında bir varlığın idrak etmesi mümkün değildir!
Övüp, yüceltmek ancak idrak etmekle mümkündür! Bizim Allâh'ı değerlendirip, övmemiz, yüceltmemiz mümkün değildir…
…Ve hatta böyle bir şeye kalkışmamız “O”na bir nâkısiyet atfetmektir!
Gerçeğiyle, ancak ve sadece, ALLÂH kendi kendini anlayıp, bilir ve değerlendirir, demektir “Hamd”ın mânâsı!
Ondan sonra, EÛZÜ BESMELE’Yİ okuyup yani seni tanrına tapınmaya yönelten ve de varsayımdan oluşan düşüncelere saptırıcı olan “CİN KÖKENLİ” ilham ve vesveselerden, “ALLÂH”a sığındın...
“B”ismillâh’ir Rahmân’ir Rahıym...
“Varlığımı da oluşturup ismi “ALLÂH” olan Rahmân’dır Rahıym’dir… Ki O’nun namınadır eylemim!”
Dedin... Ve…
Bu arada ALLÂH, dilinde okudu!
Kendi kuvvet, kudret ve ilmiyle var olan âlemlerin Rabbi olan “Allâh”ın, özelliklerinin eseri olan âlemlerini seyr hâlinde olduğunu; ve o âlemlerin terbiye edici, yönlendirici, var edicisinin de “Allâh” olduğunu açıkladı... Daha doğrusu bunun böyle olduğunu sende dile getiren Allâh oldu!
Sen, “yok”luğunu fark ettin, böylece çıktın aradan, ortada kaldı sadece Yaradan; ve ALLÂH sende bu mânâyı ifade etmeye başladı.
“FÂTİHA”nın açıklamasını “HZ. MUHAMMED NEYİ OKUDU?” isimli kitabımızda elimizden geldiğince yaptık... Arzu edenler oradan okuyabilirler... Ondan sonra rükûya giderken de, “Allâhu Ekber” diyorsun.
Belden yukarısı yere paralel, bele kadar dik bir biçimde...
Deminki âyetleri okurken, kıyam hâlinde ayakta dik duruyordun... Varlıkta hükmünü icra eden “HAYY” ve “KAYYUM” Hakk’ın kelâmı senden “kıyam”da açığa çıkıyordu!.. Varlıkta dimdik duran, her an geçerli sistem ve düzen olan “ALLÂH” hükmü senden açığa çıkıyordu... Bunun için dimdik ayakta idin...
Ondan sonra Esmâ özelliklerine dayanan bileşik yapın nedeniyle; terkipsel yapıların Rabb-ül âlemîn önünde boynu eğik olması sebebiyle; bu varlıkta ilâhî hükümlerin gereğinin senden çıkmasına işaret eden bir biçimde rükûya eğildin...
Belden aşağın dik, belden yukarın yere paralel; varlığının bir kısmı ile kulluğunu yerine getirmedesin, varlığının belden yukarısı yani, idrak yanıyla, şuur yanıyla bu evreni vareden mutlak varlık önünde eğilme durumundasın. O’nun varlığını, tekliğini tasdik etme durumundasın...
Ayrıca...
Belden yukarısının eğik, yere paralel durması, “fıtrî kulluğu” ifade ediyor! Belden yukarının yere paralel olması, senin, varlıkta Hakiym olan mutlak varlığı idrak etmek suretiyle; “O”nun ilmi, kuvvet ve kudreti önünde eğik, teslim olmuş bir durumda olduğunu ifade ediyor... Bu idrakın sende var olduğunu gösteriyor.
Buna karşın yere dik bele kadar olan bölümünle de mutlak vücudun varlığıyla, varlığının idâmesine işaret etmektesin!
Esmâ terkibi sonucu var olan vücudun varlığını oluşturan “Hakkaniyet” yönünden bele kadar dik; Esmâ özelliklerinden meydana gelmesi sebebiyle de Rabb-ül âlemîn’e tâbi olması yönünden “O”nun önünde belden yukarısı bükülü!
“RÜKÛ”; Ulûhiyet önünde, Rubûbiyet hükümleriyle var olan varlığın sembolizesidir!
Bu durumda tespih yapıyorsun.
“Subhane Rabbiyel aziym”
“Aziym olan, azamet sahibi olan Rabbim Subhandır.”
Her bir zerrede “O”nun hükmü yerine gelmektedir. Her bir zerre “O”nun varediş gayesine uygun davranışlar ortaya koymak suretiyle; kulluğunu ifa edip fıtrî tespihini yapmaktadır!
Ondan sonra:
“Semi Allâhu limen hamideh”...
“Semi Allâhu”: “Allâh algılamadadır”...
“Limen hamideh”: “Hamd edenin hamdı, Allâh’ındır!”
Yani, benim yaptığım her hareket, ilâhî kudretin tasarrufu neticesinde meydana çıkmaktadır ki, ALLÂH fiilimin gerçek fâili olarak ne yaptığımı bilmektedir; çünkü ilminde takdir eden “O”dur; anlamı var orada...
Doğrulduktan sonra tam dik vaziyete geliyorsun! Tam doğrulmadan, dik vaziyette bir lâhza durmadan secdeye gitmiyor, dimdik duruyorsun!
Dik dururken, “Rabbena lekel hamd” diyorsun veya daha uzun şekli ile;
“Rabbena lekel hamdu kemâ yenbagıy licelâli vechike ve liaziymi sultanik” diyorsun...
Ki Allâh Rasûlü çoklukla böyle söylerdi.
Daha tam anlamıyla dik durmadan, secdeye gitmek yok!
Bu tespih de tam dik dururken söyleniyor! Hemen rükûdan kalkarken ve dik hâlde iken... Anlamı ise yaklaşık şöyle:
“Kendi kemâlini, azametini, hikmetini, idrak, değerlendirebilme Rabbime mahsustur; ki O’nun kadrini ve kıymetini, sonsuzluğunu ve sınırsızlığını idrak etmek, ihâta etmek mümkün değildir”!
Ondan sonra “Allâhuekber” deyip “secde”ye gidiyorsun...
“Secde hâli, kulun Allâh’a en yakın olduğu hâldir” buyuruluyor...
“Secde” nedir ki Allâh’a en yakın hâl oluyor?
“Secdede kul ile Allâh arasında perde yoktur!” deniyor…
Nerede deniyor?
“Secde”de!
Kimde? Secde edende!
Kıyamet günü, mahşer yerinde “Allâh’a secde edin” denecek...
Bir kısmı secde edecek, birçokları da secde etmek isteyecek fakat başaramayıp tahta gibi öne, ya da yana devrilecek! Beli dümdüz olup âdeta betonlaşacak! Bir türlü secdeye gidemeyecek!
Dünya’da, istemedikleri için secde etmeyenler var...
Secde etmek istedikleri hâlde, secde edemeyenler var!
Bir de şu anda namaz kılan, ama secde etmeyenler(!) var!
“Secde” etmek ne demektir?
Allâh’a secde etmek, O mutlak varlık yanı sıra, ne senin ne de bir başka varlığın vücudunun, “var” olmadığını idrak etmek, müşahede etmektir!
“Ben yokum, sadece ALLÂH var!” demektir.
Veya bir diğer anlamıyla, “Var olan yegâne varlık Vâhid-ül Ahad olan Allâh”, demektir, “secde”nin mânâsı...
“Sadece bedenimle değil, şuurum, ruhum ve varlığımla sana secde ediyorum” demek için secdeye erdiğin anda, secde hâlindeyken, “Var olan yegâne varlık, Vâhid-ül Ahad olan Allâh’tır! “O”nun dışında “biz” yokuz”... diye düşünebilmek lazım.
“Biz” derken burada neye atıf yaptık?
“İyyake na’budu”ya!..
Bu “secde”yi yapabildiysen, ondan sonra kalkar oturursun, oturduğun zaman Hz. Rasûlullâh gibi:
“Va’fuanna, vağfirlena, verhamna” dersin; ve ayrıca istersen “vehdina”yı da ilave edersin... Secdeden kalkıp oturduğun zaman!
Bunu söyledikten sonra, bu “secde”den hâsıl olan mânâyı fark etmeyi takdir ettiği için, şükür olarak ikinci defa secdeye gider; üç defa daha “Subhane Rabbiyel âlâ” veya “SubhanAllâhi ve Bihamdihi” dersin.
Böylece namazın o rekâtı, bu şükür secdesi ile tamamlanmış olur!
Birinci “secde”, yokluk; ikinci “secde”, yokluğun müşahedesini ihsan eden “Allâh”a şükür secdesidir.
Kıyamın, yani ayakta Kur’ân okuma sürecinin; ve rükûnun sonrasında “secde”nin iki olmasının sebebi, birinci secde ile rekâtı tamamladıktan sonra, bunu tamamlamayı ihsan eden Allâh’a şükürdür.
Anlayabileceğimiz kadarıyla işte bu “havâss”ın namazıdır.
Bu havâss’ın “ikame” ettiği namazın ötesinde, bir de “hassül havâss”, “mukarreb” denen, Allâh’a kurbiyet kazanmış, evliyanın ileri derecelilerinde yaşanan “daimî namaz” hâli söz konusudur.
1- “Kılınan” namaz...
2- “İkame” olunan namaz...
3- “Daimî” namaz...
“Daimî” namaz nedir?
Namaz, ana yapısı itibarıyla, “ikame” olunan namazdır dedik.
“İkame” namaz sonucunda “secde” ile namazın kemâline ulaşırsan; bu “ikame” olunan namaz kişiye “urûc” sağlar ve “mi’râc” hâsıl olur!
“Mi’râc”; kişinin “Kab-ı kavseyn” veya “ev ednâ” makâmında, “ALLÂH”ı müşahede etmesi!
Ya da, daha açık ifadesiyle, kendi varsayım benliğinin, hiç varsayılmamışcasına ortadan kalkıp, “BÂKÎ ALLÂH”tır hükmünce bütün Esmâ ve sıfatlarıyla BÂKÎ olması hâlidir.
“Urûc”un neticesinde hâsıl olan “Mi’râc” ile o kişi, İlâhî bakâ ile “BÂKΔ olur!.. Sen, Onu kendin gibi sanırsın; ama O, “Allâh’la Bâkî” durumdadır! Ve bu hâl ile hayatını sürdürür.
Hz. Rasûlullâh’a baktıkları zaman; O da bizim gibi yiyip içiyor, aramızda dolaşıyor, çarşı pazar geziyor, ne ayrıcalığı var dediler... Ama O, ilâhî hakikati hissedip yaşayan, “Mi’râc” sahibi olan; ve bunu bize bildiren “Allâh Rasûlü” idi!
Dışarıdan bakanlar, O “daimî namaz” ehlini kendileri gibi görürler; ama bilmezler ki O, varlıkta “Bâkî olan Allâh”ın yalnızca bir Esmâ zuhurudur!
İşte bu hâl, “ölmeden evvel ölerek”, şuur boyutunda kişisel kıyametin kopup; “Sümme ileyna turceûn”, “ve dahi bize döneceksiniz” âyetinin mânâsı ortaya çıkıp; basit tâbiriyle “kişinin Allâh’a rücu etmesi”dir.
Allâh’tan gelenin Allâh’a rücu etmesidir!..
İşte bu da “mukarreb”lerin “daimî namazı”!
Bunu başka nasıl anlatmak lazım bilemiyorum! Ancak yaşayan bilir! Daha fazlasıyla anlatılması bizce mümkün değil!
İşte, İslâm’ın ikinci şartı olan namaz!
AHMED HULÛSİ
1993