İman Neye?
Dostlarım, bu yazımla “iman”ın hakikati, “Risâlet”, “Nübüvvet” ve “Velâyet” hakkındaki bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Konuya, bugüne kadarki “evren içre evrenlerin beş duyuya göre çoğulluğu”na karşın, realitede “TEK, som, bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz engin bir dalga okyanusunu açığa çıkaran Esmâ mertebesi”nden yani “Nokta”dan girelim.
“Nokta”, yani “Esmâ mertebesi”, “her an yeni bir şanda” olarak algılayabildiğimiz (belki milyar kere milyarda bir’lik) alandakileri ve algılayamadığımız her şeyi gerçekte “çok boyutlu tek kare resim olarak” meydana getirmektedir. Açığa çıkanlar ise Kur’ân-ı Kerîm’deki anlatımla “irsâl” olanlardır.
“İrsâl” olanlardan kimi, açığa çıkış amacına uygun doğrultuda (sırat-ı müstakim’inde) dışsal bakışa ve değerlendirmelere dayalı bir yaşam içindeyken… “İrsâl” olanlardan çok çok ender bazıları ise, içsel gerçekliği dillendirmek işlevini yerine getirmektedirler...
İçsel gerçeklik, 1985 yılından beri vurguladığımız “B” sırrı olarak veya “nokta” ilmi olarak anlatılan, tüm varlığın hakikatinin “TEK”illiğidir. Hakiki “BEN”dir!.. “Bende bir ben var ki o ben değilim” diye anlatılmaya çalışılmış olan…
Kişi, “fıtratına-programına-şâkılesine” göre dışsal yaşam içindeyken, içsel (derûnî - Esmâ’nın bazıları olan) kuvvelerini fark edip ortaya çıkaramaz. Çünkü kendini beden olarak kabullenmekte, bunun ötesindeki şuursal boyutunu ve varlığını kabullenmemekte veya inkâr etmektedir. Genetikten intikâl eden veriler, şartlanmaları, şartlanmalarına dayalı değer yargıları ve dahi şartlanmalarının oluşturduğu değer yargılarından kaynaklanan duyguları dolayısıyla dışsallık yaşamı içinde, kozasında (hatta cehenneminde) ömrünü sürdürmektedir.
Oysa kendi “hakikati”, tüm varlık sûretlerinde açığa çıkan Esmâ mertebesi’nden başka bir şey değildir! Dolayısıyla, gerek o Esmâ mertebesindeki isimlerle işaret edilen özelliklerin varlığını oluşturduğunu ve gerekse de o özelliklerin kuvve (melekî yapı) olarak varlığında açığa çıkabileceğini, hatta açığa çıkmakta olanların nereden nasıl gelmekte olduğunu hiç düşünmeden yaşamaktadır.
Eğer kişinin varoluş amacı, varlığındaki derûnunda (içselliğinde) gizli sonsuzluğu yaşamak ve o kuvveleri açığa çıkartarak cennet boyutunun “hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin anlatmadığı”nı yaşamaksa…
İşte tam bu aşamada, yaratılış amacına hizmet verecek (şefaat edecek) “RASÛLULLÂH”a ihtiyacı vardır.
“Rasûlullâh” insanlara irsâl oluş amacına uygun olarak gerçeği dillendirir, bildirir. Uygulama konusunda zorlama işlevi yoktur! “Sen onlara tebliğ et. Onları zorlayıcı değilsin!”... Çünkü bilir ki nasibi olan, yani o amaçla açığa çıkmış olan, “kolaylıkla başaracak”; nasibi olmayana ise zorlama hiçbir yarar sağlamayacaktır.
İşte “ALLÂH RASÛLÜ”, insanlara, hakikatleri olan “Esmâ mertebesi”ne yani Allâh adıyla işaret edilenin ‘Esmâ mertebesi’ne “iman” etmelerini teklif eder.
Yani, taklidî olmayan gerçek “iman”, kişinin, geçmişteki anlatımıyla “Rabbinin Allâh olmasına imandır.”
“Rab” varlığını, her an, Esmâ mertebesinin aldığı şan doğrultusunda terbiye eden yani şekillendiren boyuttur.[1]
Sınırsız, sonsuz mânâ okyanusunun bir damlası olan birim, varlığının hakikatinin “Esmâ mertebesi” olduğuna “iman” ederse, dışsallıkla kayıt altına girip dıştakilere bağımlı ve dahi sahiplik kavramıyla kayıtlı olmaz! Sahibi olmadığı için de kaybetme korkusu olmaz! Kaybetmenin ateşiyle de yanmaz!.. “Onlar için ne korku söz konusudur, ne de hüzün!”
“ALLÂH Rasûlü”nün dillendirip açıkladığı “ALLÂH” adıyla işaret edileni anlamayan, veritabanına göre kendi hayalinde tasavvur ettiği tanrısına tapınır ya da ateist olur!
Son elli ya da otuz yılda değil de daha öncelerinde yaşamakta olan, bilimin bulgularından ve bunun doğal sonuçlarından habersiz olan ya da bunları duyup sonuçlarını düşünemeyecek kadar aklı yetersiz insanların, “ALLÂH RASÛLÜ”nün açıkladığı “ALLÂH” adıyla işaret edileni ve dahi kendi yerini anlaması mümkün olmaz.
İşin bilimsel gerçeklerini bir yana bırakırsak…
Bu durumda, “Allâh Rasûlü”nün bildirdiği hakikate “iman”dan başka çaremiz kalmaz.
İşte bu “iman”, “Risâlet” işlevine ve bildirdiğine “iman”dır. Bu yüzdendir ki kelime-i şehâdet’te “Risâlet”e (abduHÛ ve rasûlüHÛ) “iman”dan, şahit olmaktan söz edilmiştir; “Nübüvvet”e imandan değil.
“Risâlet” bildirisine “iman” edilir; “Nübüvvet” bildirimine “teslim olunur”!.. Birincisine “mümin”, ikincisine “müslim” denir. “Mümin” olmak ayrı şeydir, “müslim” olmak ayrı şeydir.
Cennet boyutuna geçecekler de “iman” faktörüne dayalı olarak vurgulanmışlardır. Amele yani fiillere dayalı olarak değil!
Eğer kişi, “Allâh Rasûlü”nün açıkladığı “SIR”ra “iman” etmişse, bunun getirisinin varlığında açığa çıkması için otomatik olarak “Nübüvvet” işlevinin getirisi ile muhatap olur.
“Nübüvvet” işlevi, “Risâlet”in açıkladığı “iman” edilenin yaşanabilmesi için uygulanması gereken şeyleri açıklar ve teklif eder. Mesela…
“Risâlet” işlevinin açığa çıkardığı hakikate “iman” edilmişse, bu “iman” edilen “hakikat”in yaşanması için bir sistem bildirilmiştir “Nübüvvet” işleviyle. Bu, “salât”, yani dilimizdeki söylenişi ile “namaz”dır.
“Namaz, iman etmişin (müminin) Mi’râcıdır”… Yani, iman ettiğini hissedip yaşama hâlidir!.. “Salâtın hakikatini yaşamaktan gâfil olarak bunu uygulayanlara yazıklar olsun...”, “Çok kişi vardır namaz kılar yorgunluktan başka kârı olmaz...”, “Namazını hakkıyla yaşamamışsa, melekler o namazı yüzüne çarparlar...”, “Ey iman edenler!.. Sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar…” şeklindeki uyarılar, hep yapılan çalışmanın “iman” edilen “hakikat”in namaz içinde yaşanması amacına dönüktür. Bunun için de okunan cümlelerin mânâsı derinlikli olarak düşünülmelidir okunurken.
İşte “Nübüvvet”; “iman” edilen “hakikat”in, neler yapılarak veya yapılmayarak amaca ulaşılabileceğini bildiren işlevdir.
Yeryüzünde açığa çıkmış en muhteşem ilim Hz. Muhammed (aleyhisselâm), 39 yaşındayken “Risâlet hakikatini” “OKU”mak suretiyle yaşamış; böylece de “ALLÂH RASÛLÜ” olarak “abd”iyetini yerine getirmiş; üç yıl sonra da “Nebiyullâh” olarak “Sünnetullâh” esaslarına dayalı bir biçimde bunun gereklerini ortaya koymuştur.
“Kur’ân-ı Kerîm” ismiyle “nâzil” olmuş (hakikatinden melekî kuvveyle şuurunda açığa çıkmış) “BİLGİ KAYNAĞI”nda (ciltli, gökten düşmüş kitap değil), kimi bölümlerde “Risâlet” hakikatine “iman”a yönlendiren, bu “iman”ın neye nasıl olacağını açıklayan hükümler vardır; kimi bölümlerde de “iman”ın gereğini yaşayabilmek için ne tür uygulamalar yapılmasını veya nelerden kaçınılmasını anlatan âyetler vardır.
İnsanın yapısı ve özellikleri hiç değişmediği içindir ki insanın “hakikati”ni yaşamasına yönelik “Nübüvvet” açıklamaları kıyamete kadar değişmez!.. Bu yüzden de, o Muhteşem Zât, “Son Nebi-Hâtemin Nebi”dir.
“Risâlet”in ise son bulduğuna dair hiçbir âyet yoktur! “Mehdi Rasûl” kabulünün temelinde de bu inanış yatmaktadır.
Esas itibarıyla “Velâyet”; “Allâh” adıyla işaret edilenin “Esmâ mertebesi”ndeki (isimlerle işaret edilen özellikler boyutu) “El VELİYY” isminin özelliğinin birim kapasitesi kadarıyla açığa çıkmasından ibarettir.
“Velâyet” ebedîdir… “Nübüvvet” işleviyse Dünya yaşamıyla sınırlı bir işlevdir!
“Rasûl”lük mertebesi “velâyet”in zirvesidir.[2]
“Velâyet” temelde ikiye ayrılır:
1. Velâyeti Âmme… Nübüvvet getirisine hakkıyla uymak suretiyle oluşan arınmanın oluşturduğu, halkın tâbiriyle, zâhir âlimlerinde açığa çıkan velâyet…
2. Velâyeti Hassa… Risâlet kaynağından açığa çıkan “hakikat”e “iman” edip, bunu yaşayarak “yakîn”e erenlerin (ikân); veya bunun da ötesi “kurb” yapılarında açığa çıkanların “velâyet”i...
İnsanlık bir piramit gibi düşünülürse eğer, o piramidin zirvesindekiler “Rasûl”lerdir. Onlar, her devirde, insanlığa kendi “hakikat”lerini bildirmek işlevini açığa çıkaranlardır...
Onlardan tüm Dünya’ya yayılan “hakikat” dalgalarını alabilen beyinler olarak bizler de kapasitemiz kadarıyla bunları değerlendirmeye çalışıp çevremizle paylaşırız. Biz olaya tasavvufî yönden yaklaşıp yansıtırken, bir bilim adamı da aynı gerçeği bilim yoluyla dillendirir veya bir başka alandaki kendi alanından… Ama sonuçta hep dillendirilen, insanın hakikati ve bunu yaşamayı kolaylaştıracak yollardır.
İnsanların büyük çoğunluğu, Risâlet kaynağından gelene “taklit” yollu ve dahi olayı anlamadan “iman” ettim sanır ve elinden geldiğince “Nübüvvet” kaynağından gelene tâbi olurlar. İşte bundan dolayıdır ki, “İman ettik derler, onlar iman etmemişlerdir, belki Müslüman olmuşlardır” uyarısı yapılmıştır.
Bu yüzdendir ki, “mümin” bambaşka bir yaşantının adıdır, “müslim” bambaşka bir yaşantının adıdır.
Şimdi bir düşünün, paylaşmaya çalıştığımız gerçekleri, “peygamber” kelimesiyle örtüp geçenlerin oluşturduğu perdeyi!
Ne hikmettir ki ömürler, “ulu tanrı, sevgili peygamberimiz, yüce evliya” avuntuları içinde harcanıp gitmekte!..
“Risâlet” kaynağından çıkan “iman” edilesi “hakikat”i “tasdik eden” ikinin ikincisi “Sıddîk”tan; yeryüzünde açığa çıkan tek muhteşem İLMİN kapısı “Âli”den; bugüne kadar yaşamış tüm “Veliyy” ismi zuhur eden zevâta kadar hepsi de, “Allâh Rasûlü”nün açıkladığı “hakikat”e “iman” ederek yola çıkmışlar, bunun getirisini yaşamışlar ve sonuçta da “en’amte aleyhim” topluluğu arasında yerlerini almışlardır.
Kiminde genç yaşlarda bu “iman” edilesi “hakikat” yaşanmış, kiminde de ömrünün son demlerine kalmıştır. Kimi de “taklidî iman” ile “Nübüvvet”e tâbi olarak gereken çalışmaları yapmış ve “şirki hafî - gizli şirk” olarak kabul edilen anlayış içinde boyut değiştirmiştir.
Ne var ki, Sünnetullâh yani sistem gerçeği kesindir:
“Dünya’dan âmâ (basîreti kör) olarak ayrılan ebediyen basîreti kör olarak kalır!”
Cennet boyutu ehlinin çoğunluğunun dahi “bühl” olacağını hatırlarsak…
Ömrünü dedikodu ve “malayanî” ile harcamakta olanları nasıl bir yaşam beklemektedir boyut değiştirdiklerinde, fıtratınıza göre anlayışınıza bırakırım!
“Allâh Rasûlü”nün dillendirdiği “hakikat”e “iman” ve dahi yaşamı kolaylaştırılmış olanlardan olmamız umuduyla.
AHMED HULÛSİ
17 Temmuz 2007
Konuyla ilgili linkler:
[1] Rab ve Rubûbiyet bahsine bakın. İNSAN ve SIRLARI, 1986.
[2] 1994 yılında yayınlanan, bugün “BİLİNCİN ARINIŞI” adıyla okumakta olduğunuz kitabımda “velâyet” konusunda çok önemli bilgiler nakletmiştim. Velâyet mertebeleri ve detayları hakkındaki geniş bilgiyi oradan okuyabilirsiniz.