Biz, bu yüzde yedi ile oniki arasında değişen oranı kullanırken, gerçekte, kelimelerle ifade ettiğimiz pek çok olay olmuyor beynimizde!..
Mesela, görüyoruz, diyoruz... Oysa, beyinde görüntü ya da ses yoktur!.. Beyin içinde sadece hücreler arasında bir biyoelektrik akış söz konusudur.
Kozmik yağmur ile de etkilenen beynin, küçüklükten itibaren aldığı çeşitli programlamalar istikametinde yaptığı değerlendirmelere biz “görüyoruz” demişiz... “Görüyoruz”un gerçek ifadesi, “beynimizin değer yargısıdır”!.. Bir diğer ifadeyle “görüyorum”un anlamı “algılıyorum”dur!.. Ve gerçekte, doğrusu da bu ifadedir.
Çünkü, görme aracı ve kapasitesi değiştikçe “algılama” da değişir, algılamanın getirdiği değer yargısı da değişir!..
Esasen, beyin, bir yönüyle çeşitli frekanstaki dalgaları, kozmik ışınımı değerlendirerek, programı istikametinde yorumlayan değerlendirme mekanizmasıdır.
Beyin, bu değerlendirmeyle birlikte, tüm verileri bir yandan üretmekte olduğu holografik dalga bedene yüklerken, diğer yandan da tıpkı bir radyo vericisi gibi gücü nispetinde dışarı yayar. Bu dışa yayılan dalgalar, her kişinin kendi beyin şifresine göre sanki bir kitap gibi atmosferde muhafaza olur. Eğer bunu alıp çözebilecek bir cihaz gerçekleştirilebilirse, kişilerin tüm yaşamları bu dalgaları çözecek cihazın ekranında seyredilebilir.
Nitekim, kıyametten sonra herkesin bütün yaptıklarının yazılı olduğu kitapların(?) havada uçuşarak herkesin eline geçeceğini belirten dinî kaynaklar, ruhtaki, bu dalgaları çözücü özelliğe dikkat çekmek ister!..
Evet, çok düşük bir kapasite ile kullandığımız beynimizin algılama gücünü arttırabilmek iki şekilde mümkündür; ya beynin beş duyu aracılığıyla algılama kapasitesini genişletecek yeni araçlar geliştirmek; ya da beyindeki ekstra algılama devrelerini belli çalışmalar ile -ki bunların başında ZİKİR gelir- devreye sokmak ve bunları güçlendirmek...
İşte bu durumda göremediklerimizi görür(?) hâle gelecek, yeni algıladığımız sahayı genişletip güçlendirmiş olacağız.
Burada esas anlamamız gereken husus şudur; beyin, dıştan gelen çeşitli dalga boylarındaki kozmik ışınları alır ve programlanışı sırasında bilgilendirilmediği konularda, algıladıkları olsa dahi onları değerlendiremez. Ayrıca kendisinin açılmamış alanlarının değerlendireceği sayısız dalga boylarını dahi değerlendiremez.
Oysa, gerçekte her biri ayrı bir mânâ ihtiva eden evrendeki her bir dalga boyu, ışın sürekli olarak beynimizi bombardıman etmektedir... Ne var ki bizim bu mesajları çözmemiz, bu canlı anlamlı varlıklarla iletişime girmemiz mümkün olmamaktadır!..
Ve eğer anlatabildiysek...
Tüm evren, her kesimiyle, tamamen canlı-şuurlu bir varlık hâlinde yaşamına devam etmektedir... Ki algılayabilene ne mutlu!..
İşte, tamamıyla sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren içre evrenler, eğer o boyutun algılama aracıyla bakabilirsek, TEK bir yapıdır!..
Ve bizim de “hayal” dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!.. Ve de gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi mahrum etmekte!..
Evet, evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!..
İşte, “KADER” denen olgu bu husustan kaynaklanmaktadır.
Peki öyle ise Hz. Muhammed (aleyhisselâm) “KADER”i nasıl anlatmıştır? İslâm Dini’nin kaynaklarına göre “KADER” konusu nasıl açıklanmaktadır?..