Şefaat ve Şirk
Junior:
− Evet, Bayram hediyesi ver de mutlu olalım...
Cemo:
− Bedenin yaşı vardır ama şuurun yaşı yoktur!.. Şuur yaşı, ilim yaşıdır!.. İlim yaşının ilerlemesi de ancak, Dünya’da sağlıklı yaşayabildiğin ve tefekkür edebildiğin kadardır...
Öyle ise ilim yaşımızı, en kısa sürede en azamiye çıkartıp da ayrılmak Dünya’dan, en akıllıca iş olur gibime geliyor!.. “Dün dünde kaldı cancağızım” diyordu... Bugün yeniden başlamak lazım...
Dün bana sordular sohbette... “Rasûlullâh’ın şefaati, ehli kebaire imiş; ne demek bu?” diye...
“Ehli kebair” kimdir?..
Bu açıklamada iki şeyi iyi anlamak lazım, dedik...
Bir, “ŞEFAAT” nedir?.. Nasıl olur?..
İki, “Kebair” nedir?..
Şefaat, sanılıyor ki, biri gelip koluna girip seni sürükleyecek; bir yere sokacak!..
Birisi koluna girip de, seni bir yere mi götürecek!?.
Şefaat, Dünya’da var; âhirette var... Mahşerde var, cehennemde var...
Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın şefaati var; evliyanın şefaati var; âlimlerin şefaati var...
Nedir bu şefaat?.. Neye dönük bir şefaattir?.. Yalnızca cehennemden çıkmaya dönük bir şefaat mi?..
Günahların en büyüğü nedir?..
“İnneş şirke le zulmün azıym” (31.Lukmân: 13)
“Kesinlikle şirk çok büyük bir zulümdür!” diyor âyet...
Yani, “Allâh”ı, tanrı mesabesine koymak!.. Şirk budur!..
“Sizin için korktuğum gizli şirktir, artık açık şirk olmaz ümmetimde” diyor...
Öyle ise Tanrıya tapmak “kebair”in ta kendisidir!.. Büyük günahların en başında gelen ve hepsinin kökenidir!..
Bütün günahların kökeninde de “Şirki hafî” yani “tanrıya inanmak” yatar!..
“Ey iman edenler... Allâh’a iman edin”; âyetindeki uyarı, Hz. Muhammed ve Kurân’a iman edip, henüz Tanrı anlayışından kurtulmamış olan SAHABEYE gelmişti... “Sahabe”, yani Allâh Rasûlü’nü gören(!)ler böyle olursa... Ya bizler?!.
Allâh’a imanın yolu da, cehennemden kurtuluşun yolu da hep şirki hafîden kurtulmak için ŞEFAATE NAİL OLMAKTAN GEÇER!..
“Allâh izin vermedikçe ŞEFAAT edemez kimse...” (2.Bakara: 255)
Âyetini; “TANRI izin vermedikçe ŞEFAAT edemez kimse” diye anlarsak... Cehennem ateşimiz kolay kolay sönmez bizim!.. Yanarız da yanarız!
“Tanrı izin vermedikçe ŞEFAAT edemez kimse” cümlesi ile; “ALLÂH izin vermedikçe şefaat edemez kimse” cümlesi arasındaki fark nedir?..
Evimizdeki nesneyi, biz, Topkapı Sarayı’nın hazine dairesinde bile arasak bulamayız!.. Çünkü evimizde!..
Biz, “şefaati reddederken”; “şefaat nasıl ulaşır” bize?..
Basîretimizi örten perde örtülü olduğu sürece, biz nasıl şefaati görüp, şefaate ulaşabiliriz?..
“Tanrı”ya inanırken... “Tanrı”nın büyükelçi(!)sine ve “Arapça bilen Tanrı”nın “Arapça yazılı gönderilmiş” bir kitaptaki emirnamesine iman ederken!.. Türlü kerâmetleriyle âdeta bir sihirbaz gibi değneği ile bizi cehennemden kurtaracak “Tanrının Evliyası”na inanırken... Nasıl, ŞEFAAT bize ulaşır?..
Allâh (özümüzden), izin vermezken; içindeki, şefaati reddederken; kim şefaat edebilir ki!.. Basîretimizi örten perde nasıl kalkar da, şefaate ulaşırız biz!.. Ve böylece de, nasıl şirki hafîden arınıp; her şeyin hakikati ve varlığımızın kaynağı olan “ALLÂH İsmiyle İşaret Edilen”e iman edip; “Kur’ân”ı “OKU”ruz?.. “(Şirkten) arınmamışlar el sürmesin!” dendiği hâlde...
Bize kalırsa... Önce, Allâh’tan (yani özünden gelen bir yolla) izin çıkıp, ŞEFAATE nail olmak gerek... Sonra şefaati değerlendirip, diğer âfakî perdelerden arınmak... Sonra da, nefsine bilincine-şuuruna-gerçek “Ben”ine zulmetmeyi terk etmek!..