Bu arada ben de artık tasavvuf kitapları okumaya başlamıştım… Abdulkâdir Geylânî, İmam Gazâli, Muhyiddini Arabî, Şahı Nakşıbend ve daha nice zâtların eserleri; benim bakış açımı tamamıyla değiştirmeye başlamıştı… “ALLÂH”ı fark edip, “tanrı” kavramından uzaklaşmaya başlamıştım artık.
Öyle ki…
O sıralar beni götürdükleri Rahmetli Mehmed Zâhid Kotku Efendi ile, Erenköylü Sami Efendi’nin, benim “vahdet” anlayışıma uzak düşen; daha ziyade, -belki de bulundukları ortam veya zaman şartları dolayısıyla- “zâhir” ve “kesret” ağırlıklı sohbetleri tatmin etmemişti beni...
Ben derin “vahdet” sohbetleri arıyordum…
Bu arada 106 yaşındaki bir Nakşi şeyhi, câmide beni görmüş, yanına çağırmış, bana şu teklifi yapmıştı…
“Yüz bin İhlâs (kul Hû vallâhi) oku ve yanıma gel”…
Bunu dedi; ben başladım ve 20 günde tamamladım yüz bin İhlâs’ı; ama bir daha göremedim onu, zira dünyasını değiştirmişti o arada…
Artık, “zâhir”e ve “şekil”e dönük değerlendirmelerim değişmiş; her şeyi “vahdet” anlayışı açısından sorgulamaya ve değerlendirmeye başlamıştım… Bu arada, bu anlayışın ve hissedişin sonucu olarak “TECELLİYÂT” isimli kitabı yazmıştım.
Bugünkü düşüncelerimin tohumuydu o kitap! Yeşerdi o tohum, şu an’a kadar yayınladığım kitaplar dalları oldu; yaprakları savruldu internetle Dünya’ya!
Evet, yıllar sonrasında gördüm ki…
Benim o ilk yıllarımdaki üzere, insanlar genellikle, Kur’ân-ı Kerîm’in kelimelerinin yalnızca “zâhir” anlamı üzerinde duruyor; Kurân’ı anlamak, ne vermek istediğini düşünmek yolunda hiç gayret etmek istemiyorlar!
“Kapıkulu” olmak hoşlarına gidiyor, düşünerek hareket etmek; anlamak için sorgulamak yerine!
Kelimelerin, anlatılmak istenen anlamların kılıfları, giysileri olduğuna hiç dikkat etmiyorlar!
“Harama bakma!” komutunun, gözle bakmak değil; “haram olanı arzulamamak” anlamında olduğunu düşünemiyorlar! “Nesne”nin değil, “kendi hakları olmayan nesneyi arzu etmenin” haram olduğunu fark edemiyorlar!
“Fâile değil fiile buğz” şeklindeki İslâm’ın EN ÖNDE GELEN temel prensibi hiç anlaşılmamış!
Hz. Ebu Bekr ve Hz. Âli’den günümüze kadar gelip geçmiş ve İslâm’ı sırtlayıp bu günlere taşımış olan tasavvuf düşüncesi ve ehlinin kıymeti hiç bilinmiyor!
Tam bir kör dövüşü sarmış ortalığı!
Herkes kendini, geçmişteki bir din âlim veya ârifinin muhatabı etmiş ve kendini onunla kayıtlamış; kimse, Kur’ân ve Allâh Rasûlü’nün DİREKT muhatabı olduğunun farkında değil!
Hele hele o günlere gelmişiz ki, Tanrı adına, neredeyse insanlar katledilecek!
Tanrı adına kendilerini “tanrı halifesi” ilan edenler, “tahakküm duygularını tatmin için”, neredeyse insanları kamçıyla câmiye sokup, oruç tutturup, baş örttürtecekler!
Öte yandan, hem insan haklarından söz ederken; insanların, neredeyse yatak odalarına kadar her yeri “kamusal alan” ilan ederek; hani idiyse aldıkları nefesi bile dinleyip, emir-komuta zinciri içinde yalnızca kendi arzularını uygulatmak isteyen; İran tipi “cumhuriyet” veya eski Doğu Almanya tipi “demokratik”lik özentisi içinde olanlar var!
Tanrım aklıma mukayyet ol!
İnsanların birbirlerine ve haklarına saygı duyacağı, hiç kimsenin bir diğerinin kişisel haklarına tecavüz etmeyeceği bir ortamı göremeyecek miyiz?..
Yoksa buna lâyık olmadığımızı mı düşünüyorsun!
“Her topluluk lâyık oldukları tarafından yönetilir” mi diyorsun?..
23.5.1999