Şunu iyi bil ki!..
Belki, çok daha sonra anlayabileceğiniz, bilimsel gerekçelere dayalı birtakım fiiller, bundan yüzlerce sene evvel sizlere mecazî ifadelerle anlatılmış; ve adına da topluca ‘ibadet’ denilmiştir. Yani din, insanın geleceği için gerekli olan bilimsel zorunlulukların, o günün yetersiz şartları içinde mecazî tâbirlerle anlatımından başka bir şey değildir!.. Ve sizler, bilim düzeyiniz geliştiği oranda, bu gerçeklere ulaşacaksınız!..”
“Peki bu durumda benim ibadet yapmam gerekli mi?..”
“O senin sorunun! Biz prensip olarak kimsenin fiillerine karışmayız! Bizim görevimiz kişiye gerçekleri idrak ettirmektir!.. Bundan sonrası kişinin kendisine kalmış... İdrakının gereği neyse, onu kendisi tespit eder ve tatbik eder!..”
“Peki öyle ise, beyin üzerinde duralım biraz daha Elf!.. Dedin ki, ‘zikir’ beyni geliştirmek için... Nasıl oluyor bu?..”
“Cem, biliyorsun ki, sizde mevcut tüm oluşlar, hep beyninizde oluşur ve daha sonra gerekiyorsa açığa çıkar...”
“Ya ‘RUH’..?”
“‘RUH’ tüm özelliklerini beyinden alır... Yalnız bilmediğiniz bir husus daha var; o da şu... Ruh, tüm enerjisini beyinden alır; ancak, sürekli olarak da beyni ve dolayısıyla bedeni takviye eder.
Bunun misalini çok basite indirgeyerek otomobilinizdeki akümülatörlerle vermeye çalışayım... Akü, otomobili çalıştırır; motor, alternatör aracılığıyla aküyü şarj eder; akü, motoru ve elektrik devrelerini çalıştırır... İşte bu kaba misalde olduğu gibi; beyin ruhu üretir ve geliştirir; bilgi ve enerji ile yükler; ruh da kendindeki enerji ile beyni takviye eder ve belleğiyle ihtiyacını karşılar!..
Beyin, belli bir süre, herhangi bir sebeple ruh enerjisinden mahrum kalırsa, yaşam enerjisini tüketir ve faaliyetine son verir.. Siz de o kişinin öldüğünü söylersiniz... Oysa ölen kişi değil, beyindir!.. Kişi ise, eskiden beyinle yaşamına devam ederken, bu andan itibaren de sizin ‘RUH’ adını verdiğiniz holografik ışınsal bedeniyle yaşamına devam eder!..”
“Peki o takdirde kişi, o ruh bedeniyle istediği yere gidebilir mi?..”
“Oh, işte bu olmaz!.. Zaten işin en büyük sıkıntısı da buradadır!..
Daha önceki buluşmamızda sana anlatmıştım ki, ölüm ötesi yaşam, aynen rüya yaşamı gibi otomasyon bir yaşam tarzıdır... Bellek kayıtlarının sonuçlarının, otomatik olarak yaşanmak zorunluluğu söz konusu olan bir yaşam... Tıpkı rüyanı değiştiremediğin veya kontrol edemediğin gibi, ölüm ötesi yaşamda da görüp geçireceklerini kontrol etmen mümkün olmaz!..
İşte bu yüzden de, pek çok insan, ölüm ötesi yaşamda korkunç denilecek azap ve ızdıraplara düşer... Zira, diri diri toprağın altına gömülürler!”
“Diri diri mi mezara gömülürler?.. Nasıl olur bu?..”
“Ölüm, beynin durması ve kişinin yaşamına, sizin tâbirinizle ruh beden olarak devam etmesidir, dedik ya... Zaten belleğindeki kayıt da çok büyük bir çoğunlukla, kendisinin o beden olduğu yolundadır!..
Ruhtaki bellekte, kendisinin beden olduğu kayıtlı olması, ve tüm yaşamınca kendini hep beden kabul etmesi sonucu olarak; o anda da otomatik, elde olmayan bir biçimde, kendini o madde beden kabulü devam eder ve dolayısıyla da, şuurlu bir şekilde fizik−madde bedeniyle beraber mezara gömülür!..
Sen, kendini diri diri toprağın altına gömülüyor olarak düşün bir!.. Çevreni görüyorsun, olup bitenleri duyuyorsun ve bu hâlde diri diri seni mezara gömüyorlar, ya da yakıyorlar!.. Ölüm diye bir son da söz konusu asla değil!.. Çıldırman da olanaksız!.. Ne hâle düşeceğini hayal bile edemezsin!..”
“Elf, bu çok korkunç bir şey! Hatta korkunç kelimesi bile yetersiz bence! Fakat, bundan bir kurtuluş yolu olmalı mutlaka..?”