İkinci Gün
Yemekten kalkalı yarım saat kadar olmuştu... Cem, salonda televizyonun karşısındaki koltuğa gömülmüş, ayaklarını pufa uzatmış, güya haberleri dinliyordu... Aslında, sadece gözleri bakıyordu, üzerinde görüntüler dolaşan renkli cama!..
Kafası, dün geceki beklenmeyen misafirde idi... Bilgisayar gibi çalışıyordu durmamacasına!
Zaten bütün gün sarhoş gibiydi… Okulda her zamankinin aksine, izahlı olarak ders bile anlatmamış, belli konuları öğrenciler arasında tartıştırarak zamanı doldurmuştu...
Hatta durgun hâli, bazı öğretmenlerin de dikkatini çekmiş, sormuşlardı; “Hasta mısın, nedir bu durgun hâlin?..” diyerekten.
Aslında hastalık hâlinde bile, böyle durgun olmazdı o... Vücudu bitkin bir hâlde yatardı yatakta, ama kafası devamlı çalışırdı... Çeşitli soruların cevabını arar dururdu...
Dedesi, o devrin din âlimlerindendi... Babası ise, âdeta “bir âlimden bir zâlim çıkar” sözüne örnek olacak şekilde dine aldırmayan biriydi... Annesiyse, babasının bir zıddı...
İşte böyle karışık bir ailede, kafasında bin bir soruyla yetişmişti Cem...
Sorularının cevabını bulmak için kâh dinî kaynakları karıştırmış, kâh çeşitli felsefi görüşleri incelemişti... Ama, hangi yola girse, cevaplanamayan pek çok soruyla karşılaşıyor, tatmin olamadığı için de o yoldan başka bir yola atlıyordu...
Zaten bu yüzden felsefe bölümünü bitirmiş ve askerliğini yaptıktan sonra da lisede felsefe öğretmenliği ile hayata atılmıştı...
Artık öğretmendi!..
Öğretmendi ama, kendisinin hâlâ bir öğrenci olduğunun ve hakikati aradığının farkındaydı...
Askerden geldiği yıllarda, hakikati arama merakı, onu bir tarikata bile sokmuştu... Tarikatın şeyhi onu beğenmiş ve “Sende büyük kabiliyet var, kısa zamanda Hakk’ın lütuf ve inayetiyle hakikate erişirsin” demişti...
Ancak bir süre sonra kafası daha da karmakarışık olmuştu...
Yaptıkları bütün iş, verilen birtakım duaları okumak, birtakım kötü ahlâkı terk etmekti! Ama bütün bunlar, onun kafasındaki soruların cevabını vermeye yeterli değildi ki!..
Onun anlayışına göre tasavvuf; tarikat, bir iyi ahlâk derneği değil; varlığın hakikatini, vücudun aslını, özünü bildiren bir çalışma düzeni olmalıydı...
Onun kafası devamlı olarak, şu soruların cevabını arayış içinde idi:
Nereden geldim?..
Neden geldim?..
Nereye gidiyorum?..
‘BEN’ kelimesiyle işaret edilen orijin varlık nedir?..
Dinci görüş, bu sorunun cevabını çok basit bir şekilde veriyordu:
“Sen Tanrı’dan geldin... O seni yoktan var etti... Dünya’ya imtihan için yolladı... Dünya’da başkalarına iyilik edersen seni cennete, kötülük edersen de cehenneme atacak...”
Ana temasıyla bütün dinlerin verdiği mesaj bu idi...
Ancak, Musevîliğin “Kabala” adını taşıyan sırlar kitabının işaret ettiği bazı hususlar ile; Müslümanlığın “tasavvuf” adını alan, görüş sistemlerini benimseyen kişilerin ifadelerine göre, daha da değişik bazı şeyler söyleniyordu...
Buna göre, insan, Allâh’ın bir görüntüsü idi... Her şey Allâh’ın istediği gibi oluyordu... İyi-kötü diye bir şey de yoktu gerçekte!.. Olanlar, sadece olması gereken şeylerdi, işte o kadar!..