-131-
Siyasetle ilgilenmemek demek, hukuksuzluğu benimsemek ya da kabullenmek hiç değildir!
Her insanın hukuku vardır ve her insan bir diğerinin hukukuna saygı duymak mecburiyetindedir, aynı hukuka sahip olabilmek için!
Hukukun olmadığı yerde, insanlar arasında “her şey mübah” anlayışı gelişir ki, bunun sonucu ormandaki kanunların geçerli olmasıdır o toplumda.
İnsanların yaptıklarından şikâyet etmeden önce, o toplumda hukukun varolup olmadığına bakınız.
İnanç hürriyeti demek, kişinin inandıklarını, başkalarının haklarına tecavüz etmeksizin dilediğince yaşaması demektir. İnancın gereğini yaşamak ise hukukun olmadığı toplumlarda mümkün değildir.
DEMOKRASİLERDE...
İnanç hürriyetini “kamusal alan” sınırlayamaz!
Devlet, millete tahakküm için değil; millete hizmet ve fertlerinin haklarını korumak, onlara hizmet vermek için vardır!
Devletin değil, Milletin Meclisi vardır!
Vatandaşlar, demokrasilerde bürokrasinin kapıkulları değildir!
İnsanca yaşam, kişilerin inandıklarını ancak özgürce yaşayabilmeleriyle mümkündür; başkalarının inancına karışmamak kaydıyla.
Elbette bütün bunlar, demokrasi ile yönetilen ülkeler için geçerli kriterlerdir!
-132-
Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir derler...
Bu Pazartesi’den de belli!
Sarsılıp duruyor Dünya!
Kâh Taiwan, kâh USA; kâh Yunanistan, kâh Türkiye!.. Sesli sesli, gümbür gümbür...
Devrimler oluyor anlayışlarda, kavrayışlarda, uygulamalarda...
Belli ki bu daha başlangıç!
Dahası yolda...
Kendini yeni şartlara hazırlayanlara ve o şartlara adapte olabilenlere ne mutlu!
Boş verip, “elle gelen düğün bayram” diyen anlayışı sınırlılara ne yazık; ki her gece uyuduklarında “el”siz bir dünyaya gittiklerinden ibret almadıkları için!
Statüko ve tutuculuğun depremlerle yıkılıp yepyeni şartların oluşmakta olduğunu göremeyen ve bu şartlara hazırlanamayanlar çok üzülecekler, uyarıldıkları hâlde tedbir almadıkları için!
Akılsızın, zekâsı yetmeyecek geleceğini kurtarmaya!
Sanki, bu hafta gelecekmiş gibi; ama sanıyorlar hiç gelmeyecek; statükocular, tutucular, dünde yaşayanlar...
-133-
Yıllar yıllanıp, organlar eski hızını kaybetmeye başladı mı, önce akıl duruluyor... Yavaş düşünmeye başlıyor insanoğlu!
Zekâda ise durgunluk yok henüz; eğer bir hastalık yoksa beyinde!
Adımını daha düşünerek atmaya başlıyorsun bu devrede... Tecrübe ve tedbirli olmaktan değil; beyin zâfiyetinin getirdiği ağır düşünmeye başlamaktan oluyor bu gerçekte!
Bu arada korku sarmaya başlıyor aklının düşünebildiği kadarını... Çünkü, bildiklerine, görüp geçirdiklerine kıyaslıyorsun yaptıklarını; yaşadıklarını...
Panik başlıyor, hâlâ düşünebiliyorsan!
Sanki, ecel gelip kapıya dayanmışcasına sorguluyorsun kendini; “son anda bir şeyler yapabilir miyim”e giriyorsun!
Bir yanda eski alışkanlıklar, bağımlılıklar, dürtüler; diğer yanda yaşama ve ötesine dair bilip öğrendiklerin...
Zorlanıyorsun, bunalıyorsun! Tasın atacakmış gibi olunca uyuşturucu salgılıyor beynin; kendini avutmaya uğraşıyorsun bildiğin gerçekleri olabildiğince örtmeye çalışarak!
Olmuyor!..
Vicdanın el vermiyor, haykırıyor:
“Yanlış yoldaydın, yanlış yoldasın... Biliyorsun doğrusunu! Aldatma kendini! İlminin gereğini uygulamaya başla derhâl!.. Belki yarın bunları bile düşünemeyecek hâle geleceksin... Hanidiyse yarın zorunlu terk edeceklerini, bundan yıllarca evvel terk etmen gerekenleri, derhâl terk et! Ve yeni bir başlangıç yap!”
Çok zor!.. Felçli kolu kaldırmak istercesine zor!.. Vazgeçemiyorsun dünyandan, tutkularından!
Gıdım gıdım, adım adım yaklaşıyorsun, kayıyorsun uçurumun kenarına...
Yanıyorsun bu arada!
Çünkü, imanın gerekleri yaşanmadıkça, iman bilgisinin sana hiçbir şey kazandırmayacağını ve kazandırmadığı gerçeğini yudum yudum içip sindirmişsin içine; tıpkı bağımlı olduklarını sindirdiğin gibi hücrelerine.
Dünya dönmeye devam edecek ardından, dün yürüyen 50-100 kilonun bugün yatar olmasından hiç etkilenmeyerek!
Yakınların, aynen senin ana-babanı defnettiğin günkü gibi, dönecekler senin ardından sevdiklerine, bağlandıklarına, Deccal’in cennetine!
Sen ise, bugün olduğunca, yanmaya devam edeceksin kâbrinde; sabahı gelmeyen diş ağrılı gibi, yapacak başka bir işin dahi olmaksızın... Bunca bilgi yüküne rağmen, son vagonu da kaçırmana sebep olan tutkularına lânet ederek!..
Tıpkı, bugün bazı gerçekleri görerek, üzülen; ne var ki geçmişindeki tutkularının pahasını da çok ağır ödeyenler gibi!
-134-
Dervişler, “aşk” peşinde koşar; kemâl ehli ise “haşyet”i yaşar!
Avamın gözünde, en yüksek mertebedir “aşk”, ve de Mülhime! Nereden bilsinler ondan yukarısını gariplerim... Evliya zaten gizli, avam bilemez ki Mutmainne ve yukarısını!
“Marifet”e ermek içindir “aşk”, Mülhime’de yaşanır!.. En kestirme yoldur “aşk” Allâh’a ermek için!.. Bir girdi mi insanın içine, artık hiçbir şeyi görmez gözü insanın, aşkına ermek için! Ne mal ne para ne evlat ne karı veya koca!.. Tek amacı aşık olduğuyla BİR’leşmektir insanın... En güzel ikilik yaşamıdır o!
Allâh’ın, “Aşk” ismi yoktur; “Marifet” sıfatı, “irfan” vasfı olmadığı gibi; ama “İLİM” sıfatı vardır!
Allâh’ın kendini tarifi, “İLİM” iledir; “marifet” ile değil!
“Marifet”, kulun Allâh’a bakışındadır!.. “İLİM” ise “O”nun yarattıklarına bakışı!
“İlim” sıfatını aşikâra çıkarttıklarında, “haşyet” olur; ve bu yüzdendir ki Kur’ân, “İlim sahiplerinde haşyet olur” der!..
Kendine yönlendirmek istediklerine, yani “fenâ” ehline, yani Mülhime ehline ise “aşk” bağışlar!
Avam en yüksek mertebe olarak “aşk”ı bilir, Mülhime’yi algılar!.. “Fenâ”dan ötesine aklı ermez; çünkü “İlim Sıfatı” onlarda zâhir olmamıştır! Avamın aklı, talebeye erer!.. “Aşk” ehli talebe sınıfındadır... Okul ehlidir! Nereden anlasınlar onlar Tebrizli Şemsi!
“Bakâbillâh”ta, Mardiye’de “İLİM Sıfatı”yla zâhir oldu mu, bu zuhur hâlinin yaşam boyutudur “haşyet”!.. Bunun ismi, senin anladığın ikilikteki kulun tanrısından duyduğu haşyet kavramıyla isim benzerliği taşır sadece... Tıpkı, cennetteki “üzüm” ile burada bildiğimiz “üzüm” arasındaki isim benzerliği gibi!
Sonsuzluktaki sonsuz oluşları, kemâlâtı seyr hâlinin adıdır gerçekte, “haşyet”; ki celâlin kemâlinden gelir!
Aşk ehli ise cemâlidir celâlin!..
Bebeleri, “aşk”la emzirin ki, büyüyüp Allâh’a ersinler!
-135-
Parmak ucundaki kanda yaşarken oksijen, karşı parmaktakine bakar “kim bu” dermiş!
Toplar damara geçip de el ayasına doğru gelirken onunla “BİR”leşince, “bizmişiz” dermiş!
Koldan yukarı doğru çıkarken, gerideki yaşamı, “ben”leri hatırlamaz; parmakların kendi uzantısından oluştuğunu seyredermiş!
Beyne ulaştığında “ben”i de kaybolur, oksijen olarak kalır; beyin hücrelerinde dolaşırken, olmasını istermiş bazı şeylerin ve onların sonuçlarını algılarmış!
Oksijen dalgaya dönüşüp dışa yayıldığında, bir bilinç dalgası olarak ne eli kolu görürmüş, ne de beyni!
Her ne demekse işte...