İki düzen arasındaki bu sürekli ve akıcı alışveriş, pozitronyum atomu örneğindeki gibi parçacıkların, bir tür parçacıktan diğer bir parçacığa dönüşerek nasıl biçim değiştirmekte olduklarını açıklamaktadır. Bir parçacığı, diyelim bir elektronu, saklı düzene geri dönüp gizlenirken, bir başkasını -bir foton- ortaya çıkıp onun yerini alırken gözlemek mümkündür. Bu aynı zamanda, bir kuantumun nasıl bazen bir parçacık, bazen de bir dalga biçiminde ortaya çıktığını da açıklamaktadır. Bohm’a göre, her iki görünüm de her zaman, bir kuantum topluluğu içine gizlenmiş durumdadır, ancak hangi görünümün ortaya çıkıp, hangisinin gizlenmiş durumda kalacağını gözlemcinin kuantum topluluğuyla olan karşılıklı etkileşim biçimi belirlemektedir. Böylece, bir gözlemcinin bir kuantum biçimini kararlaştırmaktaki rolü, bir kuyumcunun değerli bir taşı değerlendirmesi, hangi yüzünün açıkta kalacağı, hangisinin gizleneceği konusunda karar vermesi kadar gizemlidir. Hologram terimi genellikle, evrenimizi her an yeniden yaratan sayısız gizleniş ve ortaya çıkışların sonsuza dek dinamik ve hareketli olan doğasına uymayan durağan bir imgeyi çağrıştırdığı için, Bohm, evreni, bir hologram değil de bir “holoeylem” olarak tanımlamayı yeğler. (sayfa 80-82)
Pribram ve Bohm Birlikte
Bir arada düşünüldüğünde Bohm ve Pribram’ın kuramları, yeni ve son derece anlamlı bir dünya tasarımı yaratmaktadır: Beyinlerimiz, temelde başka boyutlardan, uzay ve zamanın ötesindeki daha derin bir varoluş düzeninden yansıyan frekansları yorumlamak suretiyle nesnel gerçekliği matematiksel olarak oluşturmaktadır: Beyin, holografik bir evrenin içerdiği bir hologramdır.
Pribram açısından, bu sentez onun nesnel dünyanın, en azından bizim düşünmeye alışık olduğumuz biçimde var olmadığını kavraması sonucunu doğurmuştur. “Bizim ötemizde” yalnızca engin dalgalar ve frekanslar okyanusu vardır ve gerçekliğin bize böyle somut görünmesinin nedeni yalnızca, beyinlerimizin bu holografik karmaşayı alıp onu taşlara, sopalara ve dünyamızı oluşturan diğer tanıdık objelere dönüştürme yeteneğine sahip olmasıdır. Peki (kendisi de maddenin frekanslarından oluşan) beyin, frekanslar karmaşası türünden böylesi dayanıksız bir şeyi alarak ona dokunduğumuzda bize nasıl somut bir şey gibi duyumsatabiliyor? “Beynimizin, ötemizdeki dünya imgesini nasıl yaratmakta olduğunun temeli, Bekesy’nin vibratörleriyle uyardığı matematiksel süreç gibidir” diyor Pribram. Başka bir deyişle, bir porselenin pürüzsüz yüzeyi ve ayaklarımızın altındaki plaj kumu, gerçekte yalnızca fantom organ sendromunun süslü çeşitlemesidir.
Pribram’a göre bu önerme, orada porselen fincanlar ve plaj kumlarının bulunmadığı anlamına gelmez. Bunun anlamı, basitçe söylenecek olursa, bir porselen fincan gerçekliğinin çok farklı iki görünüme sahip olmasıdır. Bu gerçeklik beynimizin merceğinden filtre edilerek geçtiğinde, bir fincan olarak ortaya çıkar. Ama merceklerimizi ortadan kaldırabilseydik onu bir girişim deseni olarak algılayacaktık. Hangisi gerçek, hangisi hayal? “Benim için her ikisi de gerçek...” diyor Pribram, “ya da eğer isterseniz, hiçbiri gerçek değil.”
Bu olup bitenler yalnızca porselen fincanlarla ilgili değil. Bizim kendi gerçekliğimizin de çok farklı iki görünümü var. Biz de kendimizi ya uzayın içinde hareket eden fiziksel bedenler ya da kozmik hologramın içerdiği girişim desenleri olarak görebiliriz. Bohm bu ikinci görüş açısının daha doğru olduğuna inanıyor, çünkü ona göre, kendimizi holografik bir evrene bakan holografik bir akıl/beyin olarak görmek de yine bir soyutlama, temelde ayrılmasına olanak olmayan bir şeyi ikiye ayırma çabasıdır. (sayfa 91-92)