Mesela “Âyet’el Kürsî”de, Bakara Sûresi’ndeki bu âyeti kerîmede buyurur ki:
“...LÂ TE’HUZUHÛ SİNETÜN VELA NEVM...”
“...O’NDA NE UYUKLAMA (âlemlerden bir an için olsun ayrılık), NE DE UYKU (yaratılmışları kendi hâline bırakıp kendi Zâtî dünyasına çekilme) SÖZ KONUSUDUR...”
Bilindiği gibi “uyuma, uyuklama” hâlleri insana, hayvana ait özelliktir!.. Burada, insanda veya hayvanda oluşan bir hâle nispetle, bu hâle GÖRE “Allâh”ı tanımlıyor ve denilmek isteniyor ki, “O” insandaki bu hâlden münezzehtir!..
Yani, gerçekte, burada “O”nun ne olmadığı, neye benzemediği anlatılıyor!.. Ne olduğu değil!.. Ve insana GÖRE!..
İşte Kur’ân-ı Kerîm’de görülen bu gibi tanımlamalar; yani beşerî değer yargılarına, beşerî kabullere, beşerî vasıflara GÖRE yapılan tanımlamalar, insanın anlayışına izafetle yapılan, “yaklaştırıcı” tanımlamalardır!..
Bunlar hiçbir zaman, mutlak mânâda olduğu üzere, “Allâh”ı anlatmaz!
Sadece, insanlardaki çeşitli tanrı, ilâh kabullerinin dayandığı özellikleri ortadan kaldırmak, silmek, yok etmek amacıyla kullanılan tanımlamalardır bunlar...
Çünkü insanlar, on binlerle sene ötesinden gelen bir biçimde, hep tanrılara veya daha gelişmiş hâli ile “tek tanrıya” tapınma anlayışı içinde olmuşlardır!
Oysa bu anlayışın zirvesine ulaşmış ve onu açıklamakla görevlenmiş olan Efendimiz Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem; “tanrı ve tanrı kavramının yokluğunu”; “sadece ALLÂH’ın var olduğunu”; “ALLÂH” ismiyle işaret edilen varlığın “tanrılık kavramından münezzeh” olduğunu tebliğ ile görevlenmiş olarak; Kur’ân-ı Kerîm’de, öncelikle “ALLÂH” isminin mânâsının ne olduğunu çok açık seçik bir biçimde vurgulamıştır.
Şayet biz, gerçek mânâda “ALLÂH” isminin mânâsını anlamak istiyorsak, Kur’ân-ı Kerîm’deki, beşere göre “ALLÂH”ı tarif eden âyetlerin sırrını anlamalıyız.
Sonra da buradan ilerleyerek, ALLÂH'ın bizâtihi “ALLÂH”ı anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!
Eğer gerçekten Allâh'ı istiyorsanız, beşerî değer yargılarından, beşerî kavramlardan arınıp, saflaşıp; Allâh'ın bizâtihi kendisini anlatışına; kendine göre kendini anlatışına kulak vermek; bütün algılama araçlarımızla, bütün duyularımızla bu hitaba yönelmek mecburiyetindeyiz!
Eğer bunu gerçekleştirememişsek, asla ve asla “kader” olayını ve “kader sırrını” da anlamamız mümkün olmayacaktır.
Bu takdirde de “tanrı ve tanrılık kavramına” dayalı bir biçimde; “tanrı ve tapınanı” ikileminin getirdiği bir düşünce yapısıyla; bir “tanrının iradesi”nden, bir de “tanrıya tapınanların” iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, “irade-i küll” - “irade-i cüz” ikileminden kendimizi kurtaramayız!
Eğer gerçek anlamda “kader sırrına” vâkıf olmak istiyorsak, önce kelimede değil, lafızda değil, “özde birliği” kavramak zorundayız!
“Özde biriz” derken, “Sen ben o var, ama hepimizin özü birdir” değildir bunun mânâsı!
“Gerçek varlık olarak sadece ALLÂH mevcuttur ve O'nun dışında, O'nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud sahibi değildir” şeklindedir bunu mânâsı...
Evet, buraya kadar beşerî değerlere ve beşerî anlayışa GÖRE, ALLÂH'ın tariflerinden söz ettik... Ve bu, insanların, tanrı kavramından kurtulması, “ALLÂH”ın ne olduğunun biraz daha iyi bir ölçüde tanınabilmesi için gerekli olan tariflerdir bunlar; dedik...
Mesela;
“ÖNCE VE SONRA, VE APAÇIK ORTADA OLAN VE ALGILANANLARIN ARDINDAKİ HEP O’DUR!” (57.Hadiyd: 3) âyetini ele alalım.
Mutlak mânâda, ayrı ayrı bir “zâhir”, bir “bâtın” vardır da, bunların hepsi de “O”dur; değildir burada anlatılmak istenen!..
Burada, “insana, insanın algılama araçlarına yani beş duyusuna göre, yani insana izafetle “ZÂHİR” vardır, “BÂTIN” vardır”; gerçeği anlatılmak istenmektedir.
Yani, insanın algılayabildiği, tespit edebildiği zâhirdir; tespit edemediği bâtındır! “O” ise zâhir ve bâtın diye bilinen Tek’tir; anlamına işaret edilmektedir.
Ayrıca burada, “O” kelimesi ile işaret edilen varlık, senin hem tespit edebildiğin, hem de edemediğin her şeyin orijinidir; vurgulaması yapılmaktadır.