“Bu özelliklerin toplamı da ‘insan’ adını almaktadır?..”
“Evet... Mesela, ‘nefs’; ‘BEN’lik duygusudur... Ama, bunu gurur diye anlamayın!
Bir varlık düşünün şimdi... Bu varlık öncelikle, ‘kendini’ bilmektedir... İşte bu biliş, ‘nefsi’ yani var olan benliği dolayısıyladır. İkinci olarak, algılamakta olduğu meseleleri unutmayıp saklar ve sırası gelince değerlendirir... Bu da hafızası olmasındadır. Ayrıca algılamakta olduğu meselelerin içine dalıp, bunlar vesilesiyle yeni şeyler bulmaya başlar, yani fikre dalar... Sonra, gerçekten var olmayan, fakat var kabul ettiği şeyleri düşünür, yani ‘vehmeder’... Onlara bir yaşantı verir, hayal kurar; hayal içinde onları ayrı ayrı sûretlendirir böylece ‘şekillendirmiş’ olur...
İşte bütün bunlar, ‘insan’ adını almış bulunan zihnî fonksiyonlardan ibaret varlığın, varlığını teşkil eden özelliklerdir... Bilmem şimdi biraz toparlanabildi mi?”
“Bu hesapça, ‘insan’ denilen varlık, tamamıyla, madde ötesi bir varlık olarak mevcut oluyor... İyi ama bu takdirde, doğmadan, yani bedene bürünmeden evvel bu özellikler gene kendisinde mevcut olması icap eder... Oysa biz küçüklüğümüzü bile tam olarak bilemiyoruz... Değil ki doğmadan önceki hayat. Bunu nasıl izah edeceksiniz?”
“Bütün bu özellikler, kişinin varlığını meydana getirir, dedik. Ancak bu özelliklerin faaliyete geçişi, o kişinin beden yapısıyla uyumlu olarak meydana gelir. Daha evvel bu özellikler sıfır durumdadır. Onun için de bize bugün bir şey ifade etmez o hâliyle...”
“Peki ölümden sonra ne olur insan?..” diye biraz merak ve biraz da şüpheyle karışık olarak sordu Gönül... Ve devam etti: “Âhiret var, cennet var, cehennem var, deniyor ve biz de buna inanıyoruz... Nasıl oluyor bu?.. Yoksa böyle bir şey de mi yok?”
“Bu tamamıyla anlayış ve kişinin idrak durumuna göre anlatış meselesi!..
İçinizde, yani insanlar arasında, bu işin içyüzüne vâkıf olan, pek çok kişiler gelip geçmiştir. Ama onların çok büyük bir kısmı, çevrelerindeki insanların anlayışına göre hitap etmeyi tercih ederek, gerçeği sembollerle anlatmayı seçmiştir...
‘ÖLÜM’ dediğiniz hâl, ‘insanın biyolojik bedeniyle olan bağının kopmasıdır’... Dolayısıyla o, diğer insanlar için ‘yok oldu’ hükmünü alır; ve bu yüzden de ‘ölüm’ yok oluş olarak kabul edilir... Hatta bu yüzden, işin içyüzünü bilmeyenler tarafından, ölmüş bulunanlar; ileride bir zamanda dirileceklerini yani, yeniden var olacaklarını sanırlar! Biyolojik bedenin kullanım dışı kalmasıyla kişi, biyolojik bedenlilere GÖRE ‘yok’ olur!
Dolayısıyla o, diğer insanlar için ‘yok’ hükmüne girer. Ama bedenli insanlara kıyasla, onun ‘yok’ hükmü alması demek; gerçekten onun ‘yok’ olması demek değildir!.. Zaten, evrende bir şeyin ‘yok’ hükmünü alması, diğer bir şeye göredir. Gerçekte ise, ne var hükmü mevcuttur, ne de yok!..
Şartlanmalar ve beş duyunuz yani kesitsel algılama araçlarınız, ‘var’ ve ‘yok’ hükümlerini doğurmuştur!.. Bir şeye göre ‘yok’ hükmünde olan, diğer bir şeye göre ‘var’ hükmünü alır!.. Ancak meseleye, şartlanmalardan ve beş duyudan öteye geçmiş olarak bakmak gerekir, bu gerçeği görebilmek için…
Evet, ‘ölüm’ dediğimiz hâlden sonra, insan ‘cebrî yaşama’ girer. Dünya’daki ihtiyâri yaşam sona ermiştir artık…”
“Ne demek ‘cebrî yaşam’ ve ‘ihtiyâri yaşam’?..”
“‘İhtiyâri’, yani seçenekli dediğimiz yaşam, kişinin herhangi bir iş karşısında o işi yapmak veya yapmamak, şöyle veya böyle yapmak gibi seçimleri kendine göre tercih ederek yapması ve yaşamını bu yol üzere sürdürmesi demektir. ‘Mecburi yaşam’ ise, karşılaştığı hâllerde, o hâllerin icabını yerine getirmesi mecburiyeti içinde, yaşamına devam etmesi demektir.