Üçüncü olarak bedeni bir bütün hâlinde tutan, hücreleri birbirine bağlayan manyetik enerji, beyinden ileri gelmektedir...
Bedeni meydana getiren hücreler, dalga bedene bürülü “insanın” bedenden ayrılmasından sonra da yapılarının gereği olan hayatlarına devam ederler; ancak birbirlerine bağlayıcı özellik kalktığı için, dağılıp çürürler... Ve her hücre, kendi yapısına en yakın olan bir başka bileşime dönüşerek, katılır...
Izdıraplar, ağrılar, acılar, sancılar, bedenin herhangi bir organının fonksiyonlarının, dıştan veya içten gelen bir etkiyle, olağan şekilde devam edememesi hâlinde meydana çıkar... Bunların hissedilmesi de beyindeki ağrı, acı merkezleri aracılığıyla olur...
Eğer beyindeki bu merkezler işlemez hâle gelir, arızalanırsa; veya hipnoz, kendi kendine telkin yollarıyla bu bölümler devre dışı bırakılırsa insan hiçbir acı duymaz maddi yapısında yani bedeninde...
“İnsan” dediğimiz hakiki yapının, bu ağrıları, sancıları bizzat duyuyor sanılmasının sebebi ise, beynin o anda bu ağrılar ve acılar dolayısıyla meşgûl bulunması, ve bu sebeple de esas görevini yapamamasındandır... Çünkü beynin esas görevi “insan”ın istediklerini maddi yapıdan açığa çıkarmaktır...
Hâlbuki ağrı ve acılar sonunda bu vazifeyi yapamadığında, “insan”, istediklerini madde dünyasına aktaramamanın azabını duyar... İşte, insanın ağrılı ve acılı anlarda çektiği azabın hakiki sebebi budur... Ancak biz, bunu bilemediğimiz için, bedene ait ağrı ve acıları bizzat “insan” duyuyor sanırız...
Gerçekte, bugün madde düzeyindeki insanların, Ruh’a atfettikleri; spiritlerin, yani ruh çağıranların(!) da “geri ruhlar”, “gelişmemiş ruhlar” diye nitelendirdikleri bütün olaylar, aracı vazifesi gören beyin katının herhangi bir sebeple düzenli çalışmaması sonunda, insanın özelliklerini madde dünyasına sunamaması hâlidir...
Yani “akıl” veya “akılla ilgili”, yahut da “ruhla ilgili” olarak sanılan ve “insan” için söylenen bütün hastalıklar, gerçekte ya beynin gelişmemesindendir; ya da patolojik bir değişim sonucu düzenli çalışmamasındandır...
İnsanın, kendisinde var olan kabiliyet ve istidadı madde dünyasına aktarabilmesi, beynin gelişmesiyle orantılı olmaktadır... Beynin gelişmesi ise, her ne kadar elinde görünüyorsa da, bu gelişme dış ya da içe ait çeşitli şartlarla bağlantılı olabilmektedir.
“Ahlâk” diye adlandırdığımız; ve bozukluğunda kişinin veya toplumun çıkarları aleyhine birtakım olaylar çıkmasına sebep olan davranışların temel sebebi dahi beyin olmaktadır...
Ahlâk bozuklukları hâlinde, madde dünyasında tespit edilen hâllerin sebebi, bu özelliklerin “insan”dan “bedene” geçmesini sağlayan beynin, ilgili bölümlerinde yeterli hücre gruplarının gerekli bağlantıya sahip olamayışı, düzenli bir şekilde çalışamayışıdır...
Ki bu durum da “insan”ın perisperi (ruhu hayvani) adıyla ifade etmeye çalıştığımız birtakım ışınlardan meydana gelmiş yapısının, beynin bu hücre grupları arasındaki tıkanıklıkları açması, yahut da iletişim kurulmamış bağlar arasında gene elektrik akımıyla bu iletişimin sağlanmasıyla düzelmektedir.
İnsanın, ölümünden sonra, dinî inanışlara göre, dünyada ortaya koymuş olduğu olumsuz ahlâkî davranışlarından sorumlu olması da, o ahlâkın kendi yaradılışında olmayıp, beyninden ileri gelmesi sebebiyle, insanın beynindeki o düzensizlikleri düzenlemeye çalışmamasından dolayıdır...
Nitekim bütün insanların yaradılış itibarıyla mükemmeliyete sahip olduklarının ispatını da dinî yoldan gene Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyet ile ispatlayalım:
“Lekad halaknel’İnsane fiy ahseni takviym.”
“Gerçekten biz ‘İnsan’ı en güzel bir sûrette yarattık.” (95.Tiyn: 4)
Evet, en gelişmiş bir şekilde halkedilen “insan” önce dalga bedeni; sonra da biyolojik bedeni ve dolayısıyla da beyin aracı katıyla kısıtlanarak, madde dünyasında, yapısındaki mükemmelliği ortaya koymak durumunda bırakılmıştır... Ki insan bunu başarabildiği oranda mükâfata, yapmadığı oranda da sonucuna hak kazanacaktır... Nitekim insanın bu mükemmel şekilde halkoluşundan sonra, maddeyle kısıtlanışı da bir sonraki âyette belirtilmektedir:
“Sümme radednahu esfele safiliyn.”
“Sonra da onu esfeli sâfîliyn’e (dünyaya/dünyasına) reddettik!” (95.Tiyn: 5)
Evet görüldüğü gibi, gerçekte her insan, en mükemmel bir yapıya sahip olmasına rağmen, kendisindeki bu mükemmelliği beyninde gerekli gelişimleri yapmaması sebebiyle, madde dünyasında ortaya koyamamakta; ve Yaratıcısı tarafından da bu yüzden sorumlu tutulmaktadır...
Evet “ahlâkî bozukluklar” diye bildiğimiz durumların kaynağı da beyindeki birtakım bilemediğimiz patolojik sebeplerdir demiştik...
Bakınız ünlü Tıp adamı Ordinaryüs Profesör Doktor Sadi IRMAK, beynin üst yapısı hakkında ne diyor:
“Beynin üst yapısı hakkında şimdilik şunu biliyoruz: Bu üst yapıda 15 milyar hücre vardır... Yani üst beyin kabuğunda... Ve bu hücreler arasında iştirak bağları, küçücük lifler bulunur... Yani, bu liflerle birbirine bağlanır hücreler... Ayrıca fizyolojik olarak da elektrik bağları vardır...
Şimdi bu son ilmî araştırmalar gösteriyor ki, insan bu bağlantı imkânlarının (90 senelik hayatında) ancak pek azını kullanmaktadır... Ve bu bağlantılar vasıtasıyla, hücre gruplarının çalışması tefekkürün, felsefik görüşün ortaya çıkmasına vesile olmaktadır...
Fakat şimdi bilmekteyiz ki, en mütekâmil bir insan, Einstein bile, mevcut potansiyellerinin, bağlantı liflerinin pek azını kullanarak ölmüştür...
Şimdi şöyle tahminler yapılmaktadır:
İleride gitgide, yeni bağlantılar kurmaya alışacak veya hâdiseler onu zorlayacaktır. Böylece insan yeni vasıflar ortaya koyacaktır...
Hatta bu 15 milyar hücre arasındaki irtibatlar, günün birinde tam teşekkül ettiği zaman, insan ulûhiyete çok yaklaşmış olacak, Allâh’ın gölgesi veya halifesi durumunda olabilecektir... Fakat şimdilik bu imkânların pek azını kullanabiliyoruz... Bizim, tabii, vasat insan dediğimiz insan, bunun beşini, onunu kullanabiliyor... Shakespare’de altı bin kelime, bir köylüde ise altmış kelime görülür... Kullanılan kelime adedi, bu bağlantıların sayısı ile ilgilidir... Hangi adam hayatında fazla kelimeye sahip ise, bu bağlantıların fazla olduğuna işaret eder...
− Her bir kelime bir bağlantının mı ifadesidir?..
− Evet... Her bir kelime bir bağlantının ifadesidir... Her bir kelime, ayrı hücre grupları arasındaki bir bağlantıyla meydana gelir...
− İnsanın tekâmülü, bu lifleri daha fazla kullanabilmesine bağlı demek?..
− Evet, bu lifler anatomik olarak herkeste mevcut; fakat kişinin bu lifleri kullanabilme yeteneği herkesin şahsına göre değişmektedir... Onları kullanmamızı gerektirecek hâdiselerle karşılaşmamış olmamız da bir sebep olabilir burada... Kullanılmaya kullanılmaya içgüdüler de körelir.
− Demek, hayal gücü geniş bir insan dediğimiz zaman, bu bağlantıları fazlasıyla kullanabilen bir kişi kastetmiş oluyoruz?..
− Evet... Bugün ilmin varmış olduğu neticelerden biri de budur!.. Çoğu da bunu erkenden alıştırmalı diyorlar... İşte çocuk terbiyesinin, yüksek zihin faaliyetleri öğretmenin faydası da bundan dolayı çoktur...”
İşte Sayın Ordinaryüs Profesör Doktor Sadi IRMAK’ın da beynin yapısı hakkındaki görüşü böyle...
Biz burada tıbbi bir eser yayınlama durumunda olmadığımız için beynin özelliklerine daha fazla girmeyeceğiz... Ancak beyin hakkındaki fikirlerimizin ispatı mahiyetinde, zannediyoruz ki ülkemizin bu ünlü bilim adamının sözleri de okuyucularımızın bu sahada bir şeyler kazanmasına vesile olmuştur...
Bizim burada “İnsan” diye adlandırdığımız ve yukarıda açıkladığımız yapının adı, dinî kaynaklarda “NEFİS” ve “İNSAN” olarak da geçmektedir.
Dinî kaynaklarda “Ruhu Hakikat” diye tanımlanan, bizde de “Ruh” adını almakta; “Ruhu Seyranî” yahut “Nefis” adıyla işaret edilen, bizde “İnsan” kelimesiyle yerini bulmakta; keza “Ruhu Hayvani” denilen kısım da bizde “dalga beden” diye açıklanmaya çalışılmaktadır...
Kelimeler böylece değerlendirilerek anlaşılır ve aşağıda nakledeceğimiz pasajlar dikkatle okunursa, dinî kaynakların ve İbni Abbas gibi, devrinin çok ünlü bilim adamının görüşüyle, bizim görüşümüz arasında hiçbir fark olmadığı anlaşılacaktır.