İnsanın yaşamını ve geleceğini cennet edecek olan da, cehennemi yaşatacak olan da; kişinin “Sünnetullâh”ı değerlendirip, değerlendirmemesine bağlıdır. Yaratılışı elverenler, “Sünnetullâh”ı değerlendirirler ve yaşamları, gelecekleri, cennet adıyla tanımlanan mutluluk ve huzur ortamı olur! “Sünnetullâh”ı değerlendirmeyenler de yaşadıkları günden başlayarak türlü şekillerde yanma ortamı içinde ömür sürerler.
Yani tüm öncekilerle, adı “İSLÂM” olan yegâne “DİN” arasındaki en önemli fark, ismi “Allâh” olanı fark ettikten sonra, “Sünnetullâh”ı fark edip, ona göre yaşayıp yaşayamama farkıdır!
Çünkü, ismi “Allâh” olanı tanımakla, varlığın, kişiliğin, bilincin, suda şekerin eriyip yok olması gibi asla yok olmamaktadır!
Taoizm’in söz ettiği “HİÇ”liğe eren de, Nirvana’ya ulaşan da, Yehova’yı bulan da, ismi “Allâh” olanın idrak edilemeyecek bir ahadiyet, derûnundaki özündeki “hiç”lik mertebesi olduğunu fark edip hisseden de; sonsuza kadar kişilik sahibi bir ruh olarak yaşamak durumundadır Dünya yaşamından ayrıldıktan sonra; adı “ölüm” olan dönüşüm ile; gideceği hangi ortamda olursa olsun!
Bu yüzdendir ki kişi, hakikatini ne düzeyde fark ederse etsin, sonuçta, SON NEBİ’nin bildirdiği Sistem ve Düzen gerçeklerine göre yaşantısına ve uygulamalarına yön vermek zorundadır ki, bunun bir adı da “Sünnetullâh”ı anlayıp ona göre yaşamaktır!
Yaratış Sistemi gereği, herkes, yalnızca kendisinden açığa çıkanın (elleriyle yaptıklarının) sonuçlarını yaşayacağı ve yaşamakta olduğu içindir ki; SON NEBİ Muhammed Mustafa’nın ne anlatmak istediğini kavramak, herkes için en önemli yaşam gerçeğidir!
Şimdi geliyoruz bu sohbetimizin başındaki “Niçin pek çok Müslüman toplum bugün yeryüzünün en geri kalmış ülkeleridir” sorusunun cevabına.
Bir kısım toplumlar tanrıya inanmadıkları için, ötelerindeki tanrıdan bir şeyler beklemedikleri için, iş başa kalmış; kendi özlerindeki kuvveleri harekete geçirerek yepyeni atılımlar yapmışlardır. Diğer bir bölüm toplumlarsa, yetiştikleri ekollerden gelen, “güç senin varlığında, dışarıdan bekleme, kendindekini kullanmasını öğren” düşüncesiyle, bütün gayretleriyle kendilerini geliştirmeye çalışmışlardır...
“Sen varlığındaki Yaratan’ın sıfat ve isimlerinin kuvveleriyle pek çok şeyi başarabilirsin; iş ki o kuvveleri keşfet” tasavvufî öğretisinin geçerli olduğu devirlerde, Müslüman toplumlar pek çok alanda Dünya’nın öncüleri olmuşlardır.
Ne yazık ki, zaman içinde “DİN” anlayışı, yalnızca yukarıdakini memnun edip onun rızasını kazanmak diye kabul edilip; ibadeti, yukarıdakine tapınmak diye değerlendiren anlayış yaygınlaşınca, olay rayından çıkmış ve “her şeyi yukarıdakinden beklemek” düşünsel sapmasını oluşturmuştur. Böylece de bir kısım Müslüman toplumların gerileme devri başlamıştır.
Kendi özündeki Yaratan’ın sıfat ve esmâsından kaynaklanan kuvvelerle yarınını inşa etmek anlayışı keşfedilmediği; her şey, gerçekte var olmayan yukarıdakinden beklendiği sürece, bu anlayışın yaşandığı toplumların diğerleri yanında geri kalması doğaldır.
3 Mayıs 2006