− Behey gâfil!.. Sen nasıl olur da âlemlerin Rabbi olan her şeyden yüce, münezzeh, azametli Allâh’ı, alıp süt içirip, hele hele kucağına yatırıp, üstelik bir de bitlerini ayıklarsın!!! Bilmez misin, Allâh için böyle şeyler söylenmez!..
Garip çoban, korkmuş; bilgisizliğinin getirdiği yanlışların altında ezilmiş, büzülmüş; eli ayağına dolaşmış; ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırmış, kekelemiş:
− Affedersin... Hatamı bağışla... Bilemedim... Ama çok seviyordum da!.. Ben bir garip çobanım; sadece var Allâh’ım!.. O’nunla oturur, O’nunla kalkar; O’nunla yer, O’nunla yatarım!.. Tek dostum, sevdiğim, dertleştiğim O’dur!.. Duymuştum ki, hep “ben”imleymiş; ben de O’nu, göremediğim yanıbaşımdaki Dost, bildim de ondan böyle konuştum...
Zinhar bir daha demem bu dediklerimi!
Demek o buralara sığmayacak kadar çok büyükmüş! Ya ben, şimdi ne yapayım?..
Musa (aleyhisselâm) ona, dua etmesini, namaz kılmasını öğretmiş... Ve yoluna devam etmiş..
Çobanın içinde bulunduğu hâli düşünerek dalgın bir hâlde yürürken farkında olmadan bir gölün de üzerinde; birden arkasından bir ses işitmiş “Musa! Musa!” diye...
Dönüp bakmış arkasına ki, kim sesleniyor diye, ne görsün!.. Garip çoban gölün üstünde yürüyor suya batmadan, kendisine doğru!..
İşte o esnada vahyolmuş Musa’ ya...
“Ey Musa, tüm varlığıyla bana yönelmiş, benden başka düşüncesi olmayan dostumu benden uzaklaştırdın! Aramıza büyük duvarlar ördün! Hemen o ördüğün uzaklık duvarını yık, ve bizi birleştir!.. Bana böyle kullarım da gerek!”
Fark etmiş Musa (aleyhisselâm) yaptığı işin sonucunu!.. Hemen dönmüş dediklerinden!.. Anlamış, Allâh’ın kimine tüm azameti ve haşmetiyle kendini tanıtırken, kimine de samimiyet ve sâfiyetine göre tecelli ettiğini...
Ve dönüp, demiş bu garip çobana:
− Sen bırak benim dediklerimi de, gene bildiğin, içinden geldiği gibi O’na yönel, O’nunla konuş!.. O seninle! Hatta senden bile yakın sana! Sen bir garip çobansın, nereden bileceksin O’nun haşmet, azamet ve saltanatını!.. Gene bildiğin gibi sev, övmeye, hamdetmeye devam et!”
Evet, ya bir garip çoban gibi, sâfiyet ve samimiyetle O’nu övüp, O’na hamdedeceğiz...
Ya da gerçekçi olup; “HAMD ALLÂH’a mahsustur; biz bu konuda âciziz!” deyip, “yok”luğumuzu, “hiç”liğimizi fark edip haddimizi aşmayacağız!.. Zira Allâh, bilgiçlik taslayıp haddini aşanları sevmez!..
Kısacası, “HAMD ALLÂH’A AİT İŞTİR”!..
Ve bu konuda da ortaktan münezzehtir!..
Nitekim bu hususta, Kur’ân-ı Kerîm’i ele aldığımız ilk anda, uyarılmaktayız “FÂTİHA” Sûresi’nin ilk âyetleriyle:
Aklınızı başınıza alın ve O’nu basit bir gök tanrısı gibi düşünüp, övmeye, methetmeye, ona yaranmak için bin türlü hâllere girmeye kalkmayın!.. Siz bu konuda O’nu değerlendirmekten âcizsiniz... ALLÂH’ı ancak ALLÂH değerlendirip, ALLÂH’a ancak ALLÂH HAMD eder!.. Size de yakışan, HAMD’ı ancak Allâh’ın yapabileceğini idrak ederek, bu konuda yetersizliğinizi fark etmiş bir hâlde haddinizi bilmektir!..
Ayrıca... Rasûlullâh yanındaki derecesi malûmumuz olan Hz. Ebu Bekir Sıddîk bu konuda şöyle uyarmıştır bizleri:
“ALLÂH’ın kavranılamayacağını fark etmek, ALLÂH’ı idrakın ta kendisidir!”
İslâm Dini’nin “ALLÂH” konusunda vurgulamak istediği kesin gerçek şudur;
“Var olan yegâne vücud sahibi varlık sonsuz-sınırsız TEK’tir!.. O’ndan gayrı bir varlık mevcut değildir!..”
Algıladığımız ve tüm varlıklar tarafından algılanan her “şey” ise, O’nun Esmâsının “varsaydırdığı” terkipler hâlindeki mânâlardan ibarettir!
İş böyle olunca, elbette ki “El hamdu lillâhi Rabbil’âlemiyn” yani “HAMD ALLÂH’A MAHSUSTUR” demekten başka bir şey kalmıyor bizlere ki; ehli bilir bu da oldukça yüksek bir mertebedir! “ALLÂH”ı kendi “yok”luğundan, O’nunla müşahede mertebesidir bu!
Bakın bu konuda değerli müfessir Hamdi Yazır (Allâh rahmet eylesin), büyük emek verdiği tefsirinde ne diyor:
“Hani herkesin malûmu ve aksayi emeli olarak matlûbu olan HAMD hakikati yok mu... İşte hamidiyet, mahmudiyet bütün cinsiyle ve hatta bütün meratibi ve bütün envaü efradiyle o hamd, Allâh’a mahsustur; Allâh’ın hakkıdır; Allâh’ın mülküdür... Çünkü, Allâh’tır, çünkü... Çünkü ilâh...
Fakat lisanımızda bu tafsili icmal eden bir harfi tarif olmadığı için biz sadece hamd, diye alel ıtlak cins ifade ederiz, bilen bilir, bilmeyen başkasının bildiğinden haberdar olmaz.” (Cilt:1; Sayfa:62)
Evet, Hamd, Allâh’a mahsustur; Allâh’ın hakkıdır, ancak o hamd edebilir; Allâh’ın tasarrufu altındadır, ancak o değerlendirebilir; çünkü Allâh’tır, gayrı mevcut değildir... Bütün bunları bilen, bilir; bilmeyen ne bilir!
Şayet “El hamdu lillâh”ın mânâsını anlayabildiysek, şimdi gelelim “Rabbil’Âlemiyn” deyişinin mânâsına...
“RAB” kelimesi esas itibarıyla “terbiye” demek olmasına karşın, burada “terbiyeyi oluşturan” anlamında olarak kullanılmış; ve “terbiyenin oluşması”na da “RUBÛBİYET” denilmiştir.
“Terbiye”, bir şeyi kademe kademe, peyderpey kemâline eriştirmektir...
“RAB”; her an, her “şey”i varediş gayesine uygun bir biçimde, hazırlayan, geliştiren, olgunlaştıran, varoluş gayesinin gereğini ortaya koyduran ve bunun için gerekli her şeyi sağlayan; kısacası, nesneyi mevcut hâliyle ortaya çıkartma özelliğine sahip olan, demektir...
“RAB”bin bu özellikleri ise “ALLÂH’ın isimleri” diye bilinen “Esmâ ül Hüsnâ”da özetlenmiştir... Yani, bir diğer deyişle, “ALLÂH”ın “Esmâ ül Hüsnâ” diye tanımlanan özellikleri, O’nun “RUBÛBİYET”ini oluşturur!