“Ruh” Hakkında Konuşulur mu?
İnsanı incelerken “beden” dedik, “nefis” dedik, “RUH” kelimesiyle kastedilen mânâ üzerinde, daha evvelki konuşmalarımızda durmuştuk.
“Ruh bilinmez” şeklindeki yanlış düşünceler dolayısıyla “Ruh” hakkında konuşmayı yasaklayanlara karşı şu açıklamayı yapalım. Önce şu olayı görelim:
Abdullah ibni Mesûd (radıyallâhu anh)naklediyor:
Ben Rasûlullâh’ın mâiyetinde bir tarlada yürüyordum. O da hurma dalından bir değneğe dayanıyordu. Derken birkaç Yahudiye tesadüf ettik.
Bir kısmı diğer kısmına:
− O’na RUH’tan sorun!.. dediler. Buna karşılık diğerleri de:
− Sizleri hoşlanmayacağınız bir cevapla karşıladığı takdirde, âkıbetinden korkacağınız böyle bir suale niye gerek duyarsınız ki?.. dediler. Diğerleri ısrar etti.
Bunun üzerine birisi kalkıp Hz. Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem)’e RUH’tan sordu.
Hz. Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) ona hiç cevap vermeyip sükûta daldı!..
Ben derhal bildim ki, vahiy olunuyordu. Olduğum yerde dikildim. Vahiy nâzil olunca şöyle buyurdu:
“(Yahudiler) SANA RUH’TAN SORUYORLAR... DE Kİ: ‘RUH, RABBİMİN HÜKMÜNDENDİR. İLİMDEN SİZLERE (ONLARA) PEK AZ VERİLMİŞTİR (bu soruyu soran Yahudilere cevaptır bu)!’”(17.İsra’: 85) (Hadis: Müslim)
Evet, görüldüğü üzere âyette ki “sizlere” kelimesi, “Yahudi” anlayışını muhatap olarak almaktadır!..
Hadîs-î şerîfte; bu âyetin “Yahudilere” geldiğini de bir diğer nakildeki, “ONLARA” ifadesi son derece açık bir şekilde göstermektedir. Zira o okunuşa göre âyette “SİZLERE” yerine “ONLARA” kelimesi yer almaktadır. (Bakınız: Müslim)
Esasen “Vahdet sırrı”, İslâm ümmeti için “RUH”un hakikatinin anlaşılması esasına dayanmaktadır. Bu sebepledir ki, İslâm’da sayısız evliya bu sırra ulaşarak “vahdet” kemâlini yaşamışlardır.
Zaten... Temelde, bâtın kapısı kapanmış olan yahudi anlayışı “RUH” meselesini kavrayamaz. Kavradığı zaman ise, zaten yahudilikten çıkmış ve İslâm itikadını kabul etmek mecburiyetinde kalmış olur.
Evet, şimdi bu açıklamadan sonra “RUH” hakkında izahlarımıza devam edelim...
Kişinin ruhunu “beyin” meydana getiriyor! Ruhu beynin meydana getirmesi hasebiyle, nasıl oluyor da cevher oluyor ve yoğunlaşarak ölüm ötesi bedeni meydana getiriyor?..
“RUH”, esas itibarıyla, kâinatta var olan mutlak enerji ve “ŞUUR”un, o günkü adıdır. Kâinatta var olan mutlak enerjinin eski dildeki adıdır. Dolayısıyla kâinatta var olmuş olan her şey, bu “Ruh”la ve “Ruh”tan meydana gelmiştir!..
Mutlak mânâda “RUH” kelimesiyle kastedilen kavram, “Kâinatın Ruhu”dur. Bu Ruh, bütün ilâhî isimler diye kastedilen mânâları kendinde toplamıştır. Daha doğrusu bu isimler, ondaki mânâları tarif sadedinde kullanılmıştır!.. Buna “Ruh-u Â’zâm” da derler, “Hakikat-i Muhammediye” de derler, “Akl-ı evvel” de derler!
Hayatiyetin menşei ve cevheri olması itibarıyla, “Ruh”, “Ruh-u Â’zâm” derler. İlâhî isimler diye kastedilen mânâları hâvî olması itibarıyla “Hakikat-i Muhammediye” derler. Bu mânâları müşahede etmesi ve kendini tanıması, bilmesi itibarıyla da “Akl-ı evvel” derler.
RUH’un, tasavvufî deyişle, tecellileri veya bugünkü dille yaydığı enerji, yoğunluk kazanmak suretiyle galaksiler, yıldızlar, gezegenler dediğimiz sistemleri meydana getirmiş... Bu yıldızlarda, çeşitli mânâlar istikametinde radyasyonlar yaymış ve bu yayılan radyasyonlarda, ilâhî isimlerin mânâları tecelli etmiş... Nihayet bu mânâları ortaya çıkarabilecek mahiyette beyin oluşmuş ve her beyin kuvveden fiile çıkarabildiği mânâlar nispetinde de kayıtlılık veya kayıtsızlık hükmüyle kendini seyredebilmiştir.
Bu mânâda Mutlak Ruh, beyni oluşturmuş, beyin de kişilik ruhunu meydana getirmiştir!
Ruh-u Â’zâm, en alt noktada beyni meydana getirmiş ve en alt noktadaki beyin, “insan ruhu”nu meydana getirerek; bu ruhun istidatı nispetinde, “Ruh-u Â’zâm”daki mânâları yüklenmesini sağlamıştır. (Ruh-u Â’zâm en üst noktada diye tarif edilir.)
Böylece cüz’i mânâdaki insan, teklik anlamındaki “Ruh-u Â’zâm” veya “Akl-ı Evvel” veya “Hakikat-i Muhammediye” denilen varlığa, tüme ayna olmuştur!.. Ancak ayna olan varlık, aynada boy gösteren varlıktan mahiyet olarak veya mânâ olarak ayrı bir şey değildir!..
Bakın İMAM GAZÂLİ, ruhun bedenle yaratılması hakkında ne diyor:
“Denirse ki: Ruhlar bedenlerle beraber yaratıldığı hâlde, Rasûlullâh’ın:
“Allâh ruhları, cesetlerin yaratılmasından iki bin yıl önce yaratmıştır” sözü ile, “Ben yaratılışta Rasûllerin ilkiyim. Nebilikçe de sonuncusuyum. Ben Nebiyken, Âdem, su ile çamur arasında bir hâlde bulunmaktaydı” sözünün mânâsı nedir?
Hakikat şu ki: Bunların hiçbirisinde ruhun Kadim olduğuna dair bir delil yoktur. Fakat, “Ben yaratılışça Rasûllerin ilkiyim...” sözünün zâhirî mânâsına göre, O’nun varlığının cesedinden önce yaratıldığına delalet ihtimal mevcuttur. Zâhirî olmayan mânâsı ile bellidir. Tevili, açıklaması da mümkündür. Fakat kati delil, zâhire meyletmez. Bilakis zâhirin teviline hükmetmede kullanılır. Nitekim, Allâhû Teâlâ hakkında teşbihin zâhirlerinde olduğu gibi.
“Allâhû Teâlâ ruhları cesedlerden iki bin sene önce yarattı...” sözüne gelince:
Buradaki ruhlardan maksat, melâikenin ruhlarıdır. Cesedlerden maksat da Arş, Kürsî, semâvat yıldızlar topluluğu, hava, su, yeryüzü gibi âlemlerin cesedi, bünyesidir.
“Ben yaratılışça Rasûllerin ilkiyim...” sözüne gelince: Buradaki yaradılışça (halkça) kelimesi takdir mânâsınadır. İcat (yaratıp vücut verme) mânâsına değildir. Çünkü Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem, anneleri tarafından dünyaya getirilmeden önce mevcut ve yaratılmış değildi. Fakat gayeler ve kemâller takdir hususunda önce, varlık hususunda sonradır. Zira Allâhû Teâlâ ilâhî meseleleri, hadisleri, kendi ilmine uygun olarak önce Levhi Mahfuz’da takdir eder, şeklindedir.
Buraya kadar şayet varlığın iki şeklini de anladıysan Rasûlullâh’ın varlığının Âdem’in varlığından önce, yani gözle görülen varlık değil de ilk takdir edilen varlıktan önce olduğunu da anlamış olursun.
Bu, ruh hakkındaki son sözdür.
Bu mevzuda doğruyu bilen Allâh’tır.” (İmam Gazâli, Hz. Ravzatüt Talibin: Tasavvufun Esasları’ndan)