Hemen burada şu mânâya gelen hadîs-î şerîfi hatırlatalım:

Enes (radıyallâhu anh) naklediyor:

Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu ki:

Cenâb-ı Hak bir kazasını yerine getireceği zaman o kulun aklını başından alır, o kul bu hâlde o işi işler; sonra o kulun aklını iade eder de bu defa o kul pişman olup, ben bu işi nasıl yaptım der. (Deylemî)

Evet, KADER nasıl hükmünü yerine getirir?..

Normal akıllı bir insan, ama ne çare ki kaderin hükmü geldi çattı. Mars Güneş’inin üzerinden geçerken, Ay da yükselen burcundaki bir planetin üzerine düştü. İşte o anda ne olduysa oldu, son derece sudan bir sebeple karşısındaki kişiye karşı içinde aniden bir şiddet uyandı ve çekip bıçağını saplamaya başladı!.. Aklı başına geldiği zaman ise karşısındaki 12 yerinden bıçaklanarak ölmüştü!.. Sonra şöyle konuştu: “Bir anda aklım başımdan gitti, vurdum vurdum. Aklım başıma geldiğinde ise iş işten geçmişti!..”

İşte sık sık gazetelerde gördüğünüz bu satırlar bilinçsiz olarak anlatılan “kader” hükmünden başka bir şey değildir!..

Nitekim yukarıda nakletmiş olduğumuz hadîs-î şerîf de bu söylediklerimizi aynen teyit etmektedir. Böyle olunca, biz kimseyi suçlamayacak mıyız?.. Bu sorunun cevabını ileride “Kadere İman” bölümünde vermeye çalışacağız.[1]

Şimdi sadece olayın geliş şekline bakalım...

Evet, Allâhû Teâlâ’nın kaderi nasıl yerine gelir... Daha doğrusu her an nasıl uygulanmada..?

Beyinlerimiz her an burçlardan gelen sayısız kozmik ışınların bombardımanı altında!.. Bu ışınım, beyinlerimizin ilk açılışı kadarki kapasitesiyle her an alınıp değerlendirilmede... Bu gelen ışınım, sürekli olarak değişen açılar ve değişen güçlerle, beynimizde çeşitli planetlerin etkisiyle açılmış devreleri etkiliyorlar.

Mesela ilk açılımdaki Mars devresi, bir zaman Jüpiter’in yansıttığı ışınımı alırken bir süre sonra Satürn’ün yansıttığı, bir süre sonra Güneş’in yansıttığı ışınımı alıyor. Ya da ilk açılım ile Ay; sürekli üzerinden geçen çeşitli planetlerin yansıttıkları tesirleri almada; ve gene süratli devriyle çeşitli ilk açılım devrelerini etkilemede...

Böylece bizler sürekli olarak hâlden hâle girmekteyiz...

Bazı kişilerin ilk programlanışları çok sert olur ve bunlar beyin yapıları itibarıyla çok hassas olarak aramızda yaşarlar. En ufak bir etki alımında hemen duygulanırlar, daima meseleleri olduğundan çok büyük olarak görüp değişik hâllere girerler.

Bazıları da son derece ağır kanlı, zor değişen tiplerdir. Gene bazıları dışa dönük, atak, girgin; bazıları da içe dönük, pasif, ilk hareketi hep karşılarından bekleyen tiplerdir.

Bazılarının iç dünyalarında çok büyük hareketler olup bunları bir türlü dışa vuramazlar; bazıları da aksine, çok konuşkan hareketli, etkileyici tiplerdir ama iç dünyaları, dışı yeterli oranda besleyebilecek kapasiteye sahip değildir. Çoğunlukla bundan dolayı iç dünyalarında pişmanlıklar yaşarlar.

Kısacası insanların bütün huyları, karakterleri, mizaçları tamamıyla beyinlerinin ilk açılımında aldıkları açılımlar, programlanma istikametinde oluşur. Ve bu ilk tesirlerde ne kapasitede bir açılım ve yönlenmeye nail olmuşlarsa, artık yaşamlarında da o istikamette bir çalışma içine girerler. Ama bu gene de, nasıl başladılarsa öyle bitecektir demek değildir. Zira ilk açılımdan sonra, bir vesile ile o kişi şayet zikre başlar ise, bu defa beyninde yeni açılımlar oluşacağı için, huylarında, davranışlarında bazı değişiklikler olmaya başlar.

Ancak bu değişiklikler, daha ziyade kişinin “istidat” yönüyle alâkalı olan, doğum günleri ile ilgili olarak aldığı tesirlerde daha çabuk görülür. Kişinin “kabiliyet”iyle alâkalı, doğum saatiyle ilgili devrelerde ise, değişim çok daha yavaş olarak meydana gelir.

Daha önceden de belirtmiş olduğumuz gibi, 120. günde alınan tesirlerle ilgili hususlarda ise, yani kişideki “Ayânı sâbite”de ise asla değişiklik olmamaktadır!.. “Saîd ana karnında saîddir; şakî ana karnında şakîdir.”

Yani cennete gitmesine yol açacak ekstra antiçekim dalgalarını üretme ihsanına beyin daha 120. günde nail olmuştur. Ya da maalesef olmamıştır!..

Muhakkak ki Allâh dilediğini yapmadadır!.. Ve trilyonlarla Güneş’in içinde yüzdüğü evreni vareden güce sual sorulmaz yaptığından!..

Evet, beyin belirli “zikir” türleri ile yeni açılımlara kavuşur ve bundan dolayı da kişinin gerek dünya yaşantısı ile alâkalı, gerekse de ölüm ötesi yaşantısını etkileyici bir biçimde sayısız etkiler meydana gelir dedik.

Şimdi hemen burada şu sual akla gelir...

Meditasyonda genellikle kullanılan ve Budizm’de “mantra” kelimesiyle tanımlanan özel anahtar kelimeler vardır ki, bunların meditasyonda trans ya da teveccüh ya da yönelim gibi kelimelerle kastedilen hâllerde tekrarı söz konusudur. Bundan başka böyle bir kelime de kendisi bulup; bu kelimeyi tekrar ederek bir şey elde edemez mi insan?..

Bu sualin cevabını tam olarak anlayabilmek için çok geniş boyutlarda meseleye bakmak mecburiyetindeyiz!..

İslâm’daki “zikir” kelimeleri olan Allâh’ın isimleri, esas olarak varlıkta yürürlükte olan mânâlardır ve beyinde de bu mânâları ortaya çıkartıcı devreler zaten kozmik plandan düzenlenmiştir. Siz bu kelimeleri tekrarlayarak, beyninizin kozmik plana göre bir tür frekans ayarlarını yaparsınız ve evrensel mânâlar ile iletişim içine girersiniz!.. Meleklerle görüşmeye başlarsınız!..

Oysa bu anlama gelmeyen “mantra”larla sadece beyinde rastgele bir hassasiyet, alıcılık oluşturursunuz ki, bu da sizin “CİN” denilen dumansız ateş-manyetik bedenli varlıklarla iletişim kurmanıza yol açar!.. Bunların en iyileri bile pek çok şeyden mahrum kalmanıza yol açar!

Yani özetle, İslâm’daki “Allâh isimleriyle” zikir, sizde Allâh’a yaklaşma ve O’ndaki sayısız özellikler ile bezenme hâli oluştururken; bunun dışındaki kelime tekrarlarının beyninizde oluşturacağı hassasiyet-alıcılık sadece “cin”lerle bağlantı kurmanıza sebebiyet verir. Bu da neticede onların sayısız şekillerde sizi aldatmalarına ve sizin de hiç farkında olmadan onların hükmü altına girmenize yol açar.

Öyle ise her hâli, ilâhî mânâları zâhire çıkarmak suretiyle zikirde olan varlıklar ile oluşturulan bağlantılar, o zikrin bize yansımasına yol açacaktır... Ki bu da canlılar olan yıldızlarla oluşur...

Evrendeki tüm varlıklar, varedenin sayısız özelliklerinin aşikâre çıkmasına vesile olmak gayesiyle ve sanki o özelliklerin yoğunlaşması suretiyle oluşmuştur. Bir diğer ifade ile; tüm takımyıldızlar, yıldız birikimleri olan galaksiler; hep vareden mutlak varlığın sayısız isimlerinin ve vasıflarının yoğunlaşmış hâlleridir gerçekte!.. Ve bunların yaydıkları sayısız kozmik ışınım dahi kendilerini oluşturan mânâların tüm varlığa yayılmasından başka bir şey değildir.

İnsana bakıp, “Bu etten-kemikten ibaret basit bir hayvandır!.. Ruhu yoktur!!! Ebedî bir hayatı yoktur!.. Değişime girer ve tükenir!..” demek ne kadar ilkel ve dar görüşlü bir anlayış ise...

Galaksilere, takımyıldızlara, burçlara, Güneş sistemindeki planetlere bakıp da, onlar için; “Bunlar basit yıldızlardır... Doğar, ölürler... Canlılıkları yoktur, cansızdırlar!.. Laf olsun diye oluşmuş ve oluşmaktadırlar!.. Ne etki alırlar ne de etki verirler...” demek de o kadar ilkellik ve dar görüşlülüktür!..

“Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O’nu tespih eder (Esmâ’sının özelliklerini açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz! Muhakkak ki O, Haliym’dir, Ğafûr’dur.” (17.İsra’: 44)

Âyeti dahi onların canlılığına ve bir görev ifa etmekte olduğuna işaret etmektedir.

Böylece olayı izah şartlarından mahrum olan eski kemâl ehli de, bu yıldızlarda yaşayan meleklerden söz etmişlerdir, ki esasen aynı şeydir. Bir kısmı da yıldızların ruhunu ifadeye çalışmıştır, ki bu da aynı şeydir.

Nahl Sûresi’nin 16’ncı âyetinde;

“...Necm (yıldız - hakikat ehli {ashabım gökteki yıldıza benzer; hangisine uyarsanız hakikate erdirir... hadisi}) olarak hakikate erdirir!” denmektedir.

Bu apaçık bir gerçeğe işarettir!.. Ancak ne var ki, sürekli olarak tapınma duygusu ile gözünün gördüğü birtakım şeylere tapınma arzusu içinde olan insan, yıldızlarda takılıp kalmasın ve onlara tapınmasın diye bu gerçek örtülmüştür.

“Onlar yıldızla yollarını bulurlar” şeklinde anlatılmak istenmiştir, ki âyetin sadece bu mânâsına şartlanmış olan kişiler bizim bahsettiğimiz yönünü şimdi inkâr etmeye çalışacaklardır.

Oysa yıldızların yaydığı kozmik ışınımlar, onların beyne ulaşması, hidâyet dediğimiz olaya yol açan beyin devrelerini açması ve o kişinin takdiri hüda ile böylece hidâyet bulması hiç de yadırganacak bir olay değildir!..

“Allâh’ım beni doyuran sensin” dediğin zaman, yediğin gıdaların çeşitli organların tarafından değerlendirilerek enerjiye çevrilmesi olayı nasıl ana mânâyı değiştirmiyor ve ortadan kaldırmıyor ise; burada da olay aynıdır!..

Burada anlaşılması gereken en önemli olay şudur:

Bedene nispetle yenen yemeğin, içilen suyun, teneffüs edilen havanın yeri ne ise, yıldızlardan beyne ulaşan ışınımın yeri dahi odur!..

Nasıl ekmeğe suya havaya tapınılmıyorsa, böyle bir şey ilkellik ise, aynı şekilde yıldızlara tapınmak da o derece ilkelliktir!..

Varlıkta mutlak hüküm süren tasarruf eden Allâh Azze ve Celle’dir!..

Dilemiş ve her şeyi bir vesile ile meydana getirmiştir.

Eğer biz aklımızı kullanır, kâinatın nasıl tümüyle bir mekanizma şeklinde işlediğini idrak edebilirsek; Allâh’a karşı kulluk görevimizi çok daha geniş boyutlarda ifa etmiş oluruz!.. Elimizden gelmiyorsa... Muhakkak ki kişi kapasitesi dışında kalandan mesûl değildir!..



[1] Ayrıca kader konusunu en kapsamlı şekliyle “AKIL ve İMAN” isimli kitabımızda okuyabilirsiniz.

34 / 66

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!