Kendini Tanı
Siz, namaz ile “mi’râc”a çıkarsınız; “Es Selâmü aleyke eyyühen nebiyyü” diyen “Zât”, size değil, “mertebe-i Nübüvvete” demiş olur bunu!.. Eğer kaldırırsanız kendinizi aradan, ortaya çıkar sizin bâtınınızı oluşturan “mertebe-i Nübüvvet”...
Zira holografik esasa dayalı olarak evren var olduğu içindir ki, evrende var olan her mertebe, boyut ve katman, her zerrede mevcuttur!..
Nitekim bu yeni fark edilen gerçeği 1400 küsur yıl önce Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) şu cümleyle vurgulamıştır:
“ZERRE, TÜMÜN AYNASIDIR!..”
Bu da bir mucize-i Rasûlullâh’tır!..
Daha derinine inmek istemiyorum...
Bu işin daha böyle birtakım “sır” noktaları da mevcut!..
Merak eden bu konuları araştırsın. Buralarda ne gibi işaretler, ne gibi yücelikler, ne gibi gizli sırlar var, onları bulsun, öğrensin!..
Özellikle “Holografik” yapının ne olduğu iyi anlaşılırsa, tasavvufun hangi bilimsel temele dayandığı daha iyi kavranılır.
Bunları yaşamadan giden, önceden giden milyarlarla birimler gibi geçer gider!..
Hazinenin üstünde, aç olarak ömrünü tüketir, geçer gider nice ve niceleri gibi!.. Oysa, oturduğunuz koltuğun altında, dünyanın bütün değerlerine değişilmeyecek bir hazine yatıyor!..
Yani, sizin “Ben” dediğiniz bu varlığın derinliklerinde, “Kozmik Bilinç”in tüm ilmi ve sırları mevcut!..
Fakat siz önce, KENDİNİZİ TANIYIN!..
Varlığınızdaki Evrensel Şuur’dan habersiz olarak; kendinizi et-kemik, aynada gördüğünüz sûret sanarak bu dünyadan geçip gidiyorsunuz.
Oysa, evreni meydana getiren o müthiş, muazzam güç sizin her zerrenizde, bütün özellikleri ile mevcut!..
Ne çare ki!.. Geçici zevkleri seçmek suretiyle onlardan mahrum bir hâlde günlerimizi geçiriyoruz...
Evet!..
Hz. Rasûlullâh, mi’râcta “Kab-ı Kavseyn” denen, beşeriyetin tümüyle yok olma durumunda, âdeta bir yayın iki ucu, hatta daha da ötesi, “Ev ednâ” tâbiriyle ifade edilen mâkamda, “Rabbi”yle karşılaştı...
“Kab-ı Kavseyn, ev ednâ” denen bu mâkamda, Hz. Rasûlullâh,tüm varlığının eriyip gittiğini, varlıktaki Mutlak Tek varlığın, Hakk’ın varlığı olduğunu müşahede etti...
Ve bu müşahedenin, bu yaşantının, bu hissedişin ötesinde, gecelediği Ebu Tâlib’in kardeşinin evi olan Ümmü Hani’nin evinden sabahleyin çıkarken;
“Beni gören Hakk’ı görmüştür!..” sözleriyle bir gerçeği ifade etmek istedi.
Öyleyse, Hz. Rasûlullâh’a nasip olan bu “Mi’râc”; eğer namaza, beşeriyetten arınmak suretiyle, şuur boyutunda, tefekkürün derinlikleri ile girilirse, kişiye de nasip olan bir “mi’râc” olur ki; o “mi’râc”ın neticesinde, teşehütte de, “Ettahiyyatü”yü okur...
Rabbi ile karşı karşıyadır!..
Rabbi, enfüsüyle - âfakıyla ona;
“Es Selâmü aleyke eyyühen nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtuh” der.
Bunun sonucunda da bize şunu demek düşer:
“Şehâdet ederim ki, tanrı yoktur sadece Allâh var; ve Muhammed O’nun Rasûlü’dür!..”
“Hz. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH” ile “AKIL ve İMAN” kitaplarında tafsilâtlı bir biçimde açıkladığımız üzere, söylediğinin farkında olmadan “Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh” demekle, “şehâdet edilmiş” olmaz!..
“Haydi... Aşk ile şevk ile bir daha...” demekle de, “Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh” denmiş olmaz!..
Bu kelimelerin, cümlelerin mânâsını anlamak, idrak etmek; ve ondan donra da idrak ettiğini ifade sadedinde, bu kelimeleri dile dökmek gerekir!..
Aksi takdirde, mânâsı anlaşılmadan, idrak edilmeden, bir papağanın veya bir teyp bandının tekrarı gibi tekrardan öteye gitmez, bu kelimeleri söylemek...