İşte, mutlak mânâda “RUH” kelimesi, sadece “O” varlık, “O” yapı için kullanılır.
Öte tarafta, “insanî ruh” deriz; O RUH’tan ayırmak için birimsel ruhu!..
Evreni meydana getiren, “Kozmik Bilinç” – “Akl-ı Evvel” dediğimiz yapının canlılık yönü, varoluş yönü, “Ruh” kelimesi ile tanımlanır.
Bir açıklamasında, Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle izah ediyor:
“Allâh’ın öylesine Müheymin Melâikesi vardır ki, onlar, sayısız varlıkların ve meleklerin varlığından bîhaberdir.”
Tıpkı senin, vücudundaki organlardan veya hücrelerden bîhaber olman gibi...
Öyleyse bizim, bunları anlayıp idrak edebilmek için iki şeye ihtiyacımız var...
İlkel toplumsal şartlanmaların getirdiği değer yargılarından arınıp, özgür muhakeme ve tefekkür sahibi olmak... Daima, yeni karşılaştığımız şeylere inkâr ve red ile değil; ne, neden, niçin, nasıl gibi suallerle yaklaşmak... Bunun için de, günümüzün en son, en modern ilimlerine sarılmak...
1400 senedir izah edilemeyen pek çok olay, son elli senenin getirdiği teknoloji ve bilimle, anlaşılır hâle gelmeye başladı.
Kısacası, yaşadığımız çağın insanı değil; yaşadığımız çağın ötesindeki insan olmak mecburiyetindeyiz!.. Kendi geleceğimiz için!
Bunun için de her türlü reddi bir yana bırakıp, hafsalamızın almadığı şeylere dahi, ne, neden, niçin, nasıl gibi suallerle yaklaşıp anlamaya, öğrenmeye çalışacağız. Bunu yapamadığımız takdirde, bizim üstümüzdeki sayısız güçleri bilmemize imkân yok, mümkün değil!..
Melekî kuvve ve kuvvetler sayısızdır.
Mesela, insanın müvekkel melekleri, insana vazifeli olarak verilmiş melekler... Esasen bu konuda, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) buyuruyor ki:
“Bir çocuk doğduğu andan itibaren, onunla ilgili, onunla beraber olmak üzere bir Melek meydana getirilir. Bir de onunla beraber olan bir Cin’i vardır. O melek onu, melekî güçlere çekmek isterken, o cin de onu maddiyata, süfliyata çeker.
Neticede o kişi ya melekiyeti kazanır, melekler âlemine yükselebilecek düzeye gelir. Veyahut da Cin’e yani şeytana tâbi olarak, kendini madde beden kabul edip, bu süflî madde dünyasında kaybolur, boğulur gider.”
Bu iki meleğin dışında ayrıca, iki de “Kiramen Kâtibeyn” denen, sağ ve sol omuzda diye anlatılan bu iki meleğin vazifesi, dinî tâbirle sevap ve günahları yazma olarak anlatılır.
Buradaki “sevap ve günahları yazmak” diye anlatılan olay, bizim genelde anladığımız mânâda bir kalemle bir yazı mahalline yazmak değil, elbette!..
Bildiğimiz gibi, insanın sağ yönünde, Çinlilerin 2000 sene önce tespit etmiş olduğu, vücudun sağ yönünde, “Akupunktur”un esasını getiren pozitif yük vardır. Sol yanında da negatif yük vardır.
Kişinin kendini madde ötesi yaşama hazırlamasını sağlayan fiil ve düşünceleri, çevresine verici fiil ve düşünceleri, pozitif yük ağırlıklı olarak, beyinde düşünülür ve bunlar dalgasal yapıya çevrilerek ruhta kayda alınır!..
Ruha yüklenen bu pozitif yüklü dalgalar, kişinin ruhunun Dünya’nın manyetik çekim alanından kurtulmasına ve cennetlere açılmasına vesile olan güçtür!..
Buna mukabil, kişinin alıcı, kendine toplayıcı, Dünya ve maddeye yönelici düşünce ve eylemlerinden oluşan fiilleri ve düşünceleri, günah diye nitelendirilir; ve bu menfi, negatif ağırlıklı dalgaların meydana getirdiği dalgasal üretim, ruha negatif olarak yansır ve bu da kişinin madde dünyasına bağlılığını, çekimini artırır.
Dolayısıyla, madde dünyasına ağırlıklı olarak bağlanan bu ruh, neticede madde dünyasından kopamaz ve o nispette de Dünya ile birlikte Güneş’in dalgasal boyutuna girerek orada büyük azaplar çeker.
İşte, kişideki pozitif ve negatif yükün kaynağı, din terminolojisinde; kişinin günahları ve sevaplarını yazan “iki omuzundaki iki melek” diye tarif edilmiştir.
Bunun gibi sayısız melekler vardır... Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) bir açıklamasında buyuruyor ki:
“İnsanların sayısının on katı cin; cinlerin sayısının da on katı melek yeryüzünde dolaşmaktadır.”
Yani, beş milyar insan varsa, elli milyar cin, beş yüz milyar da melek var aramızda!..
Muhyiddini Arabî, bunu, üstün alıcı güçleri ile tespit ederek, diyor ki:
“Bir secde mahalli kadar, fezada, semâda, boşlukta yer yok. Meleklerden hâli yer yok!..” diyor.
Ve bunların çoğu ile de görüşüyor... Konuşuyor... Böyle bir Zât!.. Allâh bize de nasip etmiş ola; ne diyelim...
Bizim göremediğimiz, cin denen varlıkları, mesela kediler görebiliyor... Ama bizim gözbebeğimiz, o dalgaları, o dalga boyunu alamıyor.
Birçok hayvanlar çeşitli melekleri görebiliyor, algılayabiliyor, ama biz alamıyoruz.
Oysa bizde öyle bir beyin var ki, eğer bu beyni iyi kullanabilsek, bütün varlıkları ve bütün cinleri, melekleri görüp, algılayabilecek kapasiteye sahip olacağız...
Öyleyse, bizim yapacağımız şey, inkârı terk edip, anlama yoluna yönelmek...
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) mi’râcta, bu melekler âlemini seyrettikten sonra, müşahede ettikten sonra, akıl almaz yaşantılarını seyrettikten sonra, Rabbinin huzuruna çıktı. Rabbini gördü!..
Rabbini görme mevzusu, zamanına göre tartışılan bir konu!..
Kimi diyor ki, “baş gözü ile gördü!..” kimi diyor ki “baş gözü ile görmedi, kalp gözü ile gördü!..”
Bundan önceki sohbetlerimizde, kitaplarımızda, özellikle, “Hz. Muhammed’in Açıkladığı Allâh” kitabında; Allâh ismi ile kastedilen varlığın, görülebilmesi mümkün olmayan, sınırsız sonsuz “TEK” varlık olduğunu açıklamaya çalıştık, idrak edebildiysek ettik...