Melik Yezen, Abdulmuttalib' e...
Yeni Sultan Seyf Zi Yezen, başında murassa bir taç, sırtında kıymetli taşlarla süslenmiş bir hırka, dizlerinin üstünde mücevher kakmalı bir kılıç olduğu hâlde İskender gibi altın bir taht üzerinde azametle oturmaktadır. Zi Yezen’in sağ ve solundaki koltuklarda da Himyer’in ileri gelenleri yer almışlardı... Gelen misafirlerin sözlerini merakla takip ediyorlardı...
Kureyş ileri gelenleri için içeri girme izni çıkınca, başta Efendimiz’in amcası Abdulmuttalib olmak üzere Abdüşşems oğlu Ümeyye, Ced’am oğlu Abdullah, Abdüluzza oğlu Es’ed ve daha birkaç kişilik heyet içeri girdi ve gösterilen koltuklara oturdular.
Kureyş ulusu olan Abdulmuttalib ise Yezen’in önüne gelerek şöyle konuştu:
− Ey Melîk, Yüce Tanrı seni şerefli bir yere oturtmuştur. Allâh seni bütün kötülüklerden ve lâneti davet eden şeylerden muhafaza etsin... Sen Arabın itaat ve inkıyad edebileceği bir hükümdarsın... Biz Allâh’ın dokunulmaz kıldığı Harem’in halkı ve hizmetkârı olarak seni tebrik ederiz!
Melîk bu sözleri dinledikten sonra, konuşanın kim olduğunu sordu:
− Ey nutuk veren kişi, kimlerden olduğunu bize söyle...
− Ben Kureyş’in ulusu, Haşim oğlu Abdulmuttalib’im...
− Demek sen bizim kız kardeşimizin oğlusun...
Zi Yezen’in kardeşi, Hazrec kabilesindendi... Bu yüzden de Abdulmuttalib’e “kız kardeşimin oğlu” demişti...
− Hoş geldiniz, sefa geldiniz... Sizleri dinledim ve yakınlığınızı öğrendim... Siz burada kalmaya, misafir edilmeye lâyık kimselersiniz... Burada bir süre kalmanızı isterim...
Kureyş büyükleri bir ay misafir edildiler... Fakat bu bir ay içerisinde bir defa bile olsun sultanla görüşme fırsatı bulamadılar... Bir gün Melîk Yezen’in aklına Kureyş elçileri geldi... Hemen Abdulmuttalib’i yanına çağırttı. Bundan sonra da kapıcılara emir verdi:
− Biz içeride olduğumuz sürece kimse içeri girmesin!
Ve başbaşa kaldıklarında konuşmaya başladılar:
− Ey Abdulmuttalib, içimde öyle bir sır saklıyorum ki, o, en kıymetli mücevherlerden daha kıymetlidir... Ben onun kaynağı olduğum için, istedim ki, bu sırrı sadece sana açayım... Ben bir habere vâkıf oldum ki, bunda bütün kâinata, senin kavmine, yakınlarına ve bilhassa size, hayatta da, ölümde de büyük şeref verecektir...
Abdulmuttalib bu sözleri duyunca birdenbire şaşırdı... Acaba ne olablirdi ki bu sır...
− Evet sizi dinliyorum sayın Sultanım... Melîk cevap verdi:
− Tihame’de bir saadet güneşi çocuk doğmuştur... İki kürek kemiği arasında bir ben varmış... Bu çocuk cümleye saadet getirecektir. Siz de onun şerefi ile mahşere kadar şeref bulan olacaksınız...
Abdulmuttalib rica etti:
− Muhterem Sultanım, lütfen bu sırrı açıklayınız...
− Yâ Abdulmuttalib, bilmiş ol ki, Muhammed veya Ahmed adındaki bir çocuk güneşler gibi doğmuş bulunmaktadır muhtemelen... Anası babası hâlen olmamakla beraber, dedesi ve amcasının terbiyesinde büyüyecek, RASÛL olacaktır... Bizden, O’nun büyük hizmetine yardımcılar seçilecektir… Bu yardımcılarla bütün düşmanlarını yerlere serecek ve bütün inanmayanları kahredecektir. Nice yerleri zaptedecek, Allâh’a ibadet edecek, şeytanı lânetleyecek, ateşlikleri harap edecek ve putları kıracaktır...
Abdulmuttalib buna çok sevindi ve rica etti:
− Bildikleriniz için size ne kadar teşekkür etsem azdır... Acaba bana biraz daha malümat lütfetmez misiniz?
− Kâbe’nin Mâlik’i adına yemin ederim ki, Ey Abdulmuttalib, sen onun atasısın... Bu sözüm doğrudur...
Abdulmuttalib bunun üzerine yere kapandı... Seyf:
− Ey Abdulmuttalib, başını yerden kaldır... Kalbin inançlı, makâmın yüksek olsun... Bu sözümü teyid eden sende bir şeyler varsa bildir onları?
− Ey Melîk, benim Abdullah adında bir oğlum vardı... Onu bütün evlatlarımdan fazla severdim... Buluğa erdiği zaman, Kureyş büyüklerinden Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdim... Onun da bir oğlu oldu... Adını Muhammed koyduk... Allâh’ın emri gelip, anası da babası da ölünce hizmetine ben ve amcası Ebu Talib mütekeffil olduk... Şimdi de bizim terbiyemizdedir...
Abdulmuttalib bunları söyledikten sonra sustu... Himyer Sultanı Seyf Zi Yezen bu sözleri işitince:
− İşte!.. diye haykırdı… İşte benim sana söylediklerimle senin bu anlattıkların birbirini tutmaktadır... Hemen, O’nun en iyi şekilde korunması için gayret et… Yahudilerden zarar görmemesi için çok iyi dikkat göster! Zira yahudiler O’nun baş düşmanıdırlar... Lâkin, zaten Allâh O’nu en iyi şekilde koruyacak ve hiç kimse O’na zarar veremeyecektir... Yahudi tabakası hiçbir zaman O’na zarar veremeyeceklerdir...
Söylediğim bu sırrı arkadaşlarından sakla... Çünkü, korkarım kendisine hased eder, kin beslerler... Eğer benim ömrüm, O’nun Rasûllüğü zamanına yetişecek olursa, bir an vakit geçirmeden Yesrib’e varırım... O hazrete elimden gelen yardımı yapar ve risâlet bayrağının yükselmesine çalışırım...
Çünkü kitap bilgileri ile öğrenmiş bulunuyorum ki, Yesrib O’nun başşehri olacaktır... Rasûllüğü o yerde kuvvet bulacak ve Yesrib halkı kendisine yardımcı olacak, ölümü gene o şehirde meydana gelecektir.
Bundan sonra Melîk derhâl Kureyş’in diğer temsilcilerini huzura çağırttı, onlara çok büyük ihsanlarda bulundu, onlara verdiklerinin on mislini de Abdulmuttalib’e verdikten sonra onları memleketlerine uğurladı. Bu arada Abdulmuttalib’e tembihte bulunmayı unutmadı:
− Bana, sağ olduğum müddetçe, her sene O’nun hakkında bilgi göndereceksin.
Ve Kureyş temsilcileri Mekke’ye döndüler... Seyf Zi Yezen ise bu konuşmadan bir sene sonra vefat eti.
Abdulmuttalib Mekke’ye döndükten sonra bazen söz açıldığında yanındakilere:
− Melîk’in verdiği hediyeler belki gıpta edilecek kadar büyük değildir; fakat onun bana bildirdiği öyle bir müjde var ki, onlar bana ve neslime büyük bir iftihar kaynağı olacaktır… derdi...
Abdulmuttalib Mekke’ye döndükten kısa bir zaman sonra Mekke büyük kuraklıkla karşılaştı... Bulutların “b”si gözükmüyor, her taraf susuzluktan kırılıyordu... Bir sabah Abdulmuttalib, oğlu Ebu Talib’i çağırdı ve ona:
− Bana kardeşinin oğlunu getir... dedi.
Ebu Talib, Efendimiz’i elinden tutarak getirdi ve babasına teslim etti.
Abdulmuttalib elinden tuttuğu Efendimiz’le önde, arkasında da Kureyş halkı olduğu hâlde Cebeli Kubeys’e çıktılar... Burada yağmur duası ettiler... Abdulmuttalib, kollarından tuttuğu Efendimiz’in yüzünü Kâbe’ye çevirerek:
− Yâ Rabbi! Bize şu çocuk hakkı için yağmur ihsan et!.. dedi.
Bundan sonra dağdan inerek Mekke’ye doğru yürümeye başladılar... Kafile Mekke’ye girmek üzereydi ki yağmur başladı... Ve o sene yağmur bereketli oldu...