Abdulmuttalib, Kâbe’nin Önünde...
Nihayet Efendimiz 5 yaşına basmıştı ki, Halime kadın ve kocası Haris artık bir daha geri götürmemek üzere O’nu Mekke’ye getirdiler... Ancak bu da hâdiseli oldu...
Sabahleyin yola geç çıktıklarından dolayı Mekke’ye ancak gece karanlık bastığında girebilmişlerdi... Sokaklar buna rağmen oldukça kalabalıktı... Tam bu kalabalık arasında ilerlerken, birdenbire Halime kadın Efendimiz’in yanı sıra yürümediğini fark etti.
Ne olmuştu gene, nereye kaybolmuştu bu çocuk! Halime kadın bir yana, Haris öbür yana koştu! Geriye döndüler, ileri baktılar; kalabalıkları araştırıp, tenhaları dolaştılar! Yok! Emanet çocuk ortada yoktu! Tam Mekke’ye gelmişler, ailesine teslim edeceklerken, nereden de gelmişti bu hâdise başlarına!
− Yâ Halime, diye söylendi Haris bitap bir hâlde...
− Gidelim de bari durumu Abdulmuttalib’e anlatalım... Hep beraber arayalım O’nu! Belki bulabiliriz o zaman...
Koştular bir çırpıda Abdulmuttalib’e ve durumu anlattılar... Sonra da Abdulmutalib’in iki üç adamı ile birlikte kaybolduğu sanılan yerlerde tekrar aradılar... Yok! Gene yok, gene yoktu! Aramalar bir türlü fayda vermiyordu...
Abdulmuttalib doğruca Haremi Şerife gitti ve Kâbe’nin kapısı önüne diz çökerek duaya koyuldu...
− Allâh’ım! O’na Muhammed ismini koymamı sen ilham ettin! O’nu Sen bize verdin! Ne olur bizi O’nsuz bırakma! Sen bize geri ver O’nu, Yâ Rab...
Varak bin Nevfel ve Kureyş’den bazıları da o sırada dağlarda Efendimiz’i arıyorlardı... Birdenbire dolaşırken bir köşenin arkasıdan Efendimiz karşılarına çıkıverdi... Varak hayretle sordu;
− Sen kimsin ey çocuk? Burada ne arıyorsun bu saatte!
− Ben, Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’im...
Bulmuştu! Bulunmuştu kayıp hazine! Derhâl büyük bir neşe içinde Haremi Şerife geldiler... Abdulmuttalib hâlâ Kâbe’nin önünde dua edip, Rabbine yakarıyordu...
− Yâ Abdulmuttalib! Yâ Abdulmuttalib! İşte torununu bulduk...
Abdulmuttalib büyük bir sevinçle doğruldu...
− Şükürler olsun sana Rabbim! Şüphesiz ki Sen, samimiyetle sana teveccüh edenlerin duasına icabet edersin!
Sonra yanlarına koştu ve sordu:
− Ey çocuk, sen kimsin?
− Ben, Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’im!
Sonsuz bir heyecan içinde Abdulmuttalib torununa sarıldı...
− Ben de senin dedenim yavrum! Dedenim ben senin! Bir tanem, gözlerimin nûru benim!
Abdulmuttalib de, Efendimiz de gözyaşları içinde ağlıyorlardı birbirlerine sarılmış hâlde...
Efendimiz 6 yaşına basmıştı... Bir gün annesi Âmine Hatun, kayınpederi Abdulmuttalib’e;
− Muhterem kaynatam, sevgili dedesi ve amcaları olarak sizler oğlumu sevip, okşuyor, en büyük şefkati gösteriyorsunuz! Ancak ben isterim ki dayıları da O’nu tanısınlar. O’nu sevsinler ve gereken şefkati göstersinler. Bu sebeple müsaade ederseniz, kendisini Yesrib’e götürüp dayılarıyla tanıştırayım...
Abdulmuttalib Âmine Hatun’un bu isteğine hak verdi ve:
− Peki, sevgili kızım, sağlıkla gidiniz, sağlıkla dönünüz... diyerek onların Yesrib’e gitmesine izin verdi... Âmine Hatun bu konuşmalardan iki gün sonra yanına Efendimiz’i ve dadısı Ümmü Eymen’i alarak Yesrib’e doğru yola çiktı. Yesrib’te dayıoğulları olan Neccarı Hazreci’nin oğlu Adiyy oğulları oturmakta idi...
Yesrib’e gelmişlerdi ki, Dar-ül Nal-ga adlı mahalde Âmine Hatun durdu ve dayıoğullarının evine indi. Bu evin ikinci büyük özelliği de Efendimiz’in babası Abdullah’ın bu evin bahçesinde gömülü olmasıydı...
Âmine Hatun, oğluna hitap etti:
− İşte oğlum, babanın mezarı buradadır... Baban, insanların en güzeli ve en iyi huylusuydu. Deden Abdulmuttalib onu çok severdi... Onu çok sevmesi dolayısıyla da seni çok seviyor şimdi... Şam’a gitmişti bir gün kervanla, ticaret yapmak için... Dönüşte de yolu buradan geçtiğinden, dayılarının yanında kalmak istedi birkaç gün. Ama sonra burada hastalanıvermiş birdenbire! Birkaç gün içinde vefat etmiş... Sonra da buraya defnetmişler...
İlk defa ateş düştü 6 yaşıdaki Efendimiz’in içine... Babasızlığın ne demek olduğunu o anda anlayıvermişti... Öksüzlük o anda kendini belli edivermişti... Göz pınarları doldu, doldu, sonra iki büyük damla aşağılara doğru kayıverdi... Kumların üzerinde kaybolan iki damla gözyaşı... Hafif bir burun çekişi... Sonra annesine sarılan, yüzünü onun göğsüne dayayan bir baş...
Bilemezdi ki insan Abdullah’ın orada ölüm sebebini! Kimin aklına gelirdi ki, Hazreti Abdullah, Yesrib’de ölüp oraya gömülecek de; sonra oğlu RASÛL olup, O da Yesrib’e hicret edecek ve oranın adını değiştirip Medine yapacak ve bütün bunlardan sonra da babasını sık sık ziyaret edecek, ve nihayet baba-oğul aynı şehrin topraklarında yatacaklar...