Abdulmuttalib’in Vefatı
Fil vakasından 8 sene kadar sonra idi ki Abdulmuttalib iyice yaşlanmıştı. Ölüm döşeğindeydi artık...
Kâbe’nin gölgesinin altındaki halının çevresinde halkını topladığı gibi, bu defa da oğullarını ve kızlarını topladı. Oğulları ve kızları yatağının etrafını sardılar...
İhtiyar baba, her birinin yüzüne hüzünlü bir şekilde bakarak, kendisinin ölümünden sonra yapacakları işleri anlattı... Abbas’a döndü:
− En büyük oğlum gerçi sen değilsin yâ Abbas, dedi. Fakat zemzem kuyusuna nezaret vazifesi bundan sonra senindir... Gelip gidecek misafirlerin sularını bundan sonra sen vereceksin...
Abdulmuttalib sonra sözlerine şöyle devam etti:
− Şimdi en büyük vazife kalıyor... Torunum Abdullah oğlu Muhammed’in en değerli bir hediye olarak büyütülmesidir ki bunu da sizden isterim... Bütün çocuklar sözünü keserek atıldılar:
− Aziz babamız, hepimiz de bu vazifeye gönülden hazırız... Abdulmuttalib, Abdüluzza’ya (Ebu Leheb) dönerek:
− Ey oğlum Abdüluzza, senin malın, paran çoktur; gelecekte de bu zenginliğe sahip olacaksın... Lâkin kalbin katıdır, acıma duygun azdır... Abdullah’ımın oğlu ise bir öksüzdür, yetimdir... Yüreği yaralı, gönlü kırıktır, belki senin tavırlarından ona göstereceğin hareketlerinden üzüntü duyar. Bu sebepledir ki O’nu büyütme vazifesini sana veremem!
Hamza’ya dönerek:
− Sen, ey oğlum Hamza, kardeşlerinin hepsinden fazla, torunuma sen yardım etmektesin... Fakat, senin de henüz çocuk çoluğun yok... Çocuğu olmayanlar evlat terbiyesi nedir bilmez. Bilhassa av ve avcılıktan hoşlanmaktasın... Kırlara açılıp gittiğin zaman, o çocuğun terbiyesinde bakımında ihmâl gösterebilirsin.
Bunun üzerine Ebu Talib ortaya atıldı:
− Muhterem babam... Eğer izin verirsen, Muhammed’e ben bakayım... Sanırım ki, benim bu vazifede diğer kardeşlerimden daha ehil olduğumu bilirsiniz... Belki malım azdır, zenginliğim yoktur, fakat sadakatim herkesden fazladır...
Abdulmuttalib’in yüzünü bir sevinç kapladı... O da, zaten torununun yetiştirilmesi vazifesini Ebu Talib Ablimenaf’a vermeyi düşünüyordu. Kendisine şu cevabı verdi:
− Sen bu hizmete herkesten daha fazla lâyıksın oğlum Ebu Talib, fakat ben Muhammed ile konuşmadan sana bu vazifeyi vermeyi kararlaştıramayacağım... Bir kere O’nunla konuşup, amcalarından hangisini istediğini sorayım, ondan sonra karar veririz... Abdulmuttalib gözlerini kapıdan yana çevirerek:
− Şimdi bana Abdulah’ın oğlunu çağırın! dedi... 8 yaşındaki Efendimiz içeri girdi... Bütün amcalarını, halalarını dedesinin yatağının çevresinde toplanmış görünce, doğruca onun yanına koştu... Boynuna sarıldı, yanaklarından öptü.
Abdulmuttalib O’nun yanıbaşına oturmasına izin verdikten sonra, şöyle konuştu.
− Ey torunum Muhammed, amcalarından hangisini benden sonra babalığa, bakıcılığa kabul etmek istersin?
Efendimiz, amcalarından kendilerini seçtirmek isteyen bakış ve duruşları arasında doğruca Ebu Talib’in yanına koştu... Onun boynuna sarıldı. Bunun üzerine Ebu Talib:
− Allâh’a şükrederim ki, O’nun seçimi benim seçimime uygun geldi... diye şükretti...
Keza Abdulmuttalib dahi bu görüşte olduğunu şu sözlerle belirtti:
− Hamdolsun ki, Muhammed de benim gibi düşündü...
Bundan sonra Abdulmuttalib Ebu Talib’e dönerek şöyle konuştu:
− Bu çocuk baba şefkati nedir, bilmedi... Ana şefkati doğru dürüst görmedi... O’nun terbiyesi için seni bütün oğullarıma üstün tuttum... Sen kendisine öteki çocuklarımdan daha yakınsın... Çünkü O’nun babasıyla sen aynı analardansınız... Eğer O’nun büyüdüğü zamana yetişirsen, sen de O’na tâbi ol ve yardımda kusur etme, geri kalma...
Bu sözleri söyledikten sonra gönlü ferahlamış olarak Efendimiz’i öptü, kokladı; O’nun elini Ebu Talib’e uzattı...
− Torunumun elini bundan sonra sana teslim ediyorum...
Ve bundan sonra dünyaya gözlerini yumdu Abdulmuttalib...