Şam Yolunda Açığa Çıkanlar
Kafile kızgın çölde başlangıçta hızla yol alırken, yolculuk ilerledikçe yavaşlamaya başladı... Bilhassa develerin tıka basa malla yüklü olması bu ağırlaşmaya sebep oluyordu...
Nihayet develerden ikisi iyice yürüyemez hâle gelerek kervanın gerisinde kaldılar... Efendimiz ise kafilenin en önünde gidiyordu... Kafilenin gerilerinden gelen Meysere bu iki devenin yürüyemez hâle geldiğini görünce telaşla Efendimiz’in yanına koştu...
Nasıl koşmasındı ya! Bu iki devenin yürüyememesi demek, sırtlarındaki iki deve yükü malın olduğu gibi çöle atılması demekti... Zira öteki develere bu mal taksim edildiği takdirde, onlarında bu duruma düşmesi işten bile değildi... Çünkü onlar da tıka basa doluydu.
− Ya Seyyidi, ya Seyyidi!.. diye, koşa koşa Efendimiz’in yanına geldi ve meseleyi anlattı...
Efendimiz bunun üzerine derhâl geri döndü ve kafilenin en arkasında güç belâ adım atan iki devenin yanına geldi... Devesinden indi, onları durdurttu ve bacaklarını tutarak okumaya başladı... Muhtemelen Rabbine dua ediyordu...
Meysere, Hatice’nin akrabası olan Huzeyme ve birkaç kişi merakla Efendimiz’in ne yaptığını seyrediyorlardı...
Efendimiz okumasını bitirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi gene devesine bindi ve kafilenin başına doğru ilerledi...
Az sonra hayret verici bir durum ortaya çıktı... Yürüyemediklerinden şikâyet edilen o iki deve, sanki hiçbir şeyleri yokmuş gibi, hızlı hızlı yürümeye başlamışlardı...
Efendimiz’in kervanı nihayet çölü geçmiş, Şam topraklarına girmişti. O güzergâhı takiben her kervan gibi, gene Basra’da kervan mola verdi.
Efendimiz, bundan evvelki seyahatte olduğu gibi doğruca manastırın az ilerisindeki ağaçların altına gitti ve bundan evvelki gelişinde olduğu gibi ağaçların altına uzandı...
Eski hatıraları gözünün önünde canlanmaya başlamıştı... Zeytin ağacının gölgesinde bir an içinde kendi âlemine çekiliverdi... Bu sırada rahip Nasturâ da ağacın altındaki Efendimiz’i seyretmektedir...
O sırada yanına gelen Efendimiz’in yardımcısı köle Meysere’ye sorar:
− Ey Meysere, şu ağacın altında uzanan zât kimdir?
− O Mekke halkından birisidir... Rahip Nasturâ hayretle bakar ve kendi kendine konuşur:
− Bu ağacın altına Allâh Rasûlü’nden başkası inmemiştir!
Sonra Meysere’ye sorar tekrar:
− O’nun gözlerinde bir kırmızılık var mıdır? Meysere cevap verir:
− Evet, O’nun gözleri hep kırmızıdır...
Bunun üzerine rahip Nasturâ dalgın bir hâlde konuşur:
− O, bir Nebidir! Ve Nebilerin de sonuncusudur... Keşke ben, O’nun risâletle vazifelendirildiği zamana ulaşabilseydim.
Meysere, rahip Nasturâ’nın bu sözlerini iyice kafasına yerleştirmişti!
Kervan Basra’da çok kârlı bir iş yapmıştı... Kervandaki mallar çok iyi fiyatlarla satılmış, üstelik, Mekke’de çabucak satılabilecek mallar dahi oldukça düşük fiyatlarla temin edilebilmişti...
Kervan Basra’dan yola çıkmış ve Lût gölünün yanına kadar gelmişti... Meysere bir ara baktı, aynı bulut parçası, gene eskiden olduğu gibi Efendimiz’in üzerinde gölge yaparak ilerliyordu... Bütün bu gördüklerinden ve işittiklerinden sonra, Hatice’nin Efendimiz’in hizmetine vermiş olduğu Meysere bütün kalbiyle Efendimiz’e bağlanmıştı… Yolda giderken sık sık dalıyor Efendimiz’i hayran hayran seyrediyordu…
Kafile uzun yolları aşmış, nihayet Vadii Fâtıma’ya gelmişti... Meysere devesini sürerek Efendimiz’in yanına yaklaştı, rica etti:
− Yâ Seyyidi, müsaade edersen önden gidip hanımefendiye geldiğimizi müjdeleyeyim, yaptıklarımızı anlatayım?
Efendimiz, Meysere’nin müjdelik almak istemesini sezmişti... Müsaade etti...
− Peki, yâ Meysere! Git de, müjdele bakalım...
Meysere devesini sürdü ve en süratli bir şekilde Hatice’nin evine geldi... Hatice de zaten o günlerde kervandan bir haber bekliyordu... Meysere, Mekke’ye vardı ve doğruca Hatice’nin huzuruna çıktı... Hatice de merakla olup biteni sordu... Meysere anlattı:
− Yâ Seyyidem, buradan çıktığımızdan bu yana bütün işlerimiz öylesine rast gitti ki, size tarif edemem... Hele yolda akıl almaz şeyler oldu ki, nasıl anlatacağımı bilemem...
Ve yolda ölmek üzere olan develerin Efendimiz tarafından nasıl koşar hâle getirildiğini; rahip Nasturâ’nın Efendimiz hakkında anlattıklarını; işlerinin nasıl rast gittiğini; yolda yemek yerken, yiyeceklerin nasıl fazla gelip daima arttığını; Efendimiz’in üstünde hep bir gölge olduğunu hayretler içinde anlatıp durdu...
Hatice bu olanları dinlerken hayretten hayrete düşüyordu... Daha evvel de belirttiğimiz gibi seyahate gitmişti ama hiç bu kadar büyük hâdiseler olmamıştı... Hatice’nin duyguları değişmeye başlamıştı... Efendimiz’e karşı bambaşka bir hayranlık duyuyordu şimdi... Meysere’yi iyi bir müjdelikle savdı.
Yanındaki kadınlarla birlikte evin üst katına çıkarak Efendimiz’in yolunu gözlemeye başladı... Nihayet öğleye doğru kervan uzaklardan gözüktü... Yanındaki kadınlardan biri gelmekte olan kervanı Hatice’ye göstermişti... Hep birden kervanın geldiği tarafa doğru yöneldiler...
Hatice birdenbire irkildi ve kervanın başında gelen Efendimiz’i gösterdi... Efendimiz üzerinde büyük bir gölge olduğu hâlde geliyordu... Bir an daldı gitti, kendi âlemine...
Ne demişti Meysere? Rahip Nasturâ, Meysere’ye, Muhammed’in âhir zaman Nebisi olduğunu söylememiş miydi? Ya kendisinin gördüğü rüya! Amcasının oğlu Varaka nasıl tâbir etmişti rüyasını? “Sen âhir zaman Nebisi’nin hanımı olacaksın.”dememiş miydi?
Ve yanındakileri savarak kapıya indi, Efendimiz’i karşıladı, O’ndan icab eden bilgiyi aldı... Anlattıklarını dinledi... Bu seyahat ticarî bakımdan çok verimli olmuştu... Olmuştu ya, fakat esas olarak bu seyahatin en önemli tarafı, seyahatin ticarî tarafı değil de Efendimiz ile Hatice’nin birbirlerini daha iyi tanıması idi...
Hatice ikinci kocasından da serbest kaldıktan sonra işleri iyice genişlemiş, Mekke’nin en sayılı taciresi olmuştu... Bunun yanı sıra güzelliği ve kültürü dillerde dolaşırdı... Mekke’nin birçok eşrafı kendisine evlenme teklif etmiş, fakat o hiçbirisine yanaşmamıştı... Hele gördüğü rüyadan sonra artık böyle mevzuları dahi açmaz olmuştu...
Efendimiz’e ait Meysere’den duydukları, kendisinin bildikleri, Hatice’nin gönlünde yepyeni duygular meydana getirmeye başlamıştı... Hatice, kısacası Efendimiz’i sevmeye, O’na karşı büyük bir yakınlık, hayranlık duymaya başlamıştı...
Hatice bir gün otururken aklına bu mesele geldi gene... O sırada Nüfeyse adlı bir kadın kendisine misafirliğe gelmişti... Dayanamadı ve oldukça samimi bulduğu bu kadına meseleyi açtı... Nüfeyse, zaten son günlerdeki değişikliklerinden Hatice’nin birtakım yeni duygular içinde olduğunu anlamıştı. Zeki bir kadındı...
− Sen hiç üzülme Hatice!
Diye Hatice’yi teselli etti... Ve sözlerine devam etti:
− Ben gider O’nunla münasip bir şekilde konuşur, ağzını ararım... Ne düşündüğünü böylelikle anlarız...
Ve bu konuşmadan sonra Nüfeyse doğruca Efendimiz’i buldu... Çeşitli günün meselelerinden söz edildikten sonra Nüfeyse sözü evlenme bahsine getirdi...
− Yaşın oldukça ilerledi... Senin bütün akranların evlenip çocuğa bile karıştı... Hâlbuki iyi bir aileye mensupsun; iyi ahlâkınla Mekke’de nam salmışsın! Kendine rahatlıkla bir eş bulabilirsin!
Efendimiz bu sözlere karşı biraz mahzun kaldı, düşündü ve durumunun evlenmek için uygun olmadığını belirtti...
Bu durum karşısında Nüfeyse şunu ileri sürdü:
− Fakat sen hem zengin, hem de güzel, üstelik iyi bir aileye mensup bir eş bulabilirsin kendine...
Efendimiz hayretle bunun kim olabileceğini sordu, Nüfeyse derhâl ismi ileri sürdü:
− Hatice!
Efendimiz’in aklı hiç yatmamıştı bu isme...
− O beni kabul etmez! Şehrin bütün zenginleri ona tâlip oldular, ama o hiçbirine de razı olmadı...
Nüfeyse Efendimiz’in itirazlarını karşıladı:
− Şayet bu teklif hoşuna gidiyorsa, sen kabul et; gerisine karışma... Ben kendisiyle konuşurum...
Efendimiz,bu teklifin kuru kuruya Nüfeyse tarafından ileri sürülmediğini anlayıvermişti...