Önce Zikir!
Sana öbür tarafta getirisi olacak şey; önce “zikir”!.. Çünkü, beyin kapasiteni ne kadar geliştirirsen, o kadar da bunun sonuçlarını kazanacaksın.
Ondan sonra; Namaz, oruç, zekât, hac!
Sen evvela bunları bir yap! Bunların getirisini sağla! Ondan sonra da vaktin kalırsa ek olarak bunları düşün, bunların sevaplarını düşün!.. Her şeyin bir öncelik sırası var.
Öğün vakti gelmiş, karnın acıkmış, yemek yiyeceksin! Ama bunu boş verip, önce camların tozunu alıyorsun. Yahu!.. Yemek vakti şimdi. Cam tozu almanın sırası mı? Önce yemeğini ye, sonra camların tozunu al!
Bunun gibi her işin bir sırası vardır. Bilgili olan kısa yoldan sistemi anlayıp, zikre, namaza, oruca hemen başlıyor. Bu arada da ilmini arttırmak için bu konudaki mühim eserleri okuyor. Nasibinde olmayan, bunları bir yana bırakıyor, fuzuli konularla, dedikodu ile, gıybet ile gününü harcıyor.
Nasibi olanla, olmayan arasındaki fark bu işte!
Olay bu kadar basit!
Bu durumu, çevrendekilerde de görürsün. Buradan anlayın, o kişinin bu işte nasibi var mı, yok mu? Konuları ele alış şeklinden bunu gayet kolay anlarsınız.
Hâlbuki, bir daha dünyaya geri gelip de, yapmadıklarını yapma şansın yok ki! O hâlde, bir an önce başla!
“Korunma duası” ile, “Dua ve Zikir” kitabının girişinde yazdığımız korunma dualarına herkes devam etsin!
Efendimiz Hz. Rasûlullâh zamanında sahabilerden birinin başının ağrımasına deva olsun diye; diğer sahabi başı ağrıyanı karşısına oturtup, elini de onun başına koyarak bir şeyler okuyor... Hasta olanın başının ağrısı geçiyor.
Bunu üzerine hasta olan, Rasûlullâh Efendimize geliyor, “Falanca bana okudu, başımın ağrısı geçti” diyor.
Efendimiz okuyana, “Ne okudun?” diye soruyor.
Okuyan da:
“Yâ Rasûlullâh, âyeti kerime ‘Biz Kurân’ı şifa olarak indirdik’ dediği için, ben de bu âyete dayanarak Fâtiha Sûresi’ni yedi defa okudum” diyor.
Rasûlullâh da “Çok iyi ve isâbetli yapmışsın” diyor...
Çeşitli ağrılara, hastalıklara sadece Kurân’dan bazı âyetler şifa niyetiyle okunabilir.
Ama günümüzde bunu hakkıyla yapan yok gibi. Özellikle medyada gördüğümüz, hoca diye lanse ettikleri cinci şarlatanlar ve falcılardır. Onların hocalıkla alâkaları yoktur.
Bazı medya organları bunu mahsus böyle bildiriyor ki, din adamları ve böylece din karalansın istiyorlar. Hâlbuki bunlara hoca deneceğine, “cinci-şarlatan-falcı” dense, medya görevini yapmış olur.
***
Vefat eden kişi daha mezarda toprağa verildiği anda “Münker-Nekir” isimleriyle işaret edilen iki melekî kuvve çıkar; üç şeyi sorgular...
Bazıları bu sorgulamanın hemen akabinde kabirden-mezardan çıkar. Mezar ve kabir şartları biter, ruh, kendi âlemine veya Berzah’a geçer.
Ama diğer büyük çoğunluk uzun süre mezar içinde kalır. Dolayısıyla, mezar azabı onda uzun süreli olur.
Toprağa konulan, ölümü tadan her nefs, üzerine toprak atıldığını görecektir!
Ama olayı çok kısa sürede daha mezar toprakla dolmadan dahi atlatan var. Çok uzun süre, toprak altında mezar azabında kalan da var...
Mezar âlemi başka, kabir âlemi başka, berzâh âlemi başka!
Mezarda mezarın içini görüyorsun, mezarın şartlarını görüyorsun. Bu, mezar âlemi... Belli bir süre sonra, bu mezar görüntüsü kaybolur...
Ondan sonra cennet ve cehennemi tam olarak görmeye başlıyorsun. Oradaki durumları görüyorsun. Ve Dünya’da ürettiğin birtakım melekler veya kötü mahlûklar sana zarar vermeye başlıyor. Bu senin kabir âleminde oluyor.
Gördüğün rüyayı düşün! Bir rüya ki devamlı kâbus görüyorsun. Bu senin o anda kabir âlemin oluyor işte.
Bir de kabir âlemine girmeden, mezardan geçtikten sonra direkt Berzah âlemine geçip, orada yaşayan ruhlarla birlikte olanlar var! İşte orası, yüksek mertebeli kişilere mahsus olan bir yer.
Ama, çok büyük bir çoğunluk, kabir âlemindedir. Hani, ya kâbus türü rüyalar gören, ya da güzel rüyalar gören kişi durumundadır.
Bu durum kıyamete kadar böylece devam eder...
Cumanız mübarek olsun!
Antalya, 6 Aralık 1996