“Fakîr”de Perde Yoktur!
Ve bana dedi ki:
−Yâ Gavs-ı Â’zâm. FAKR ateşiyle yanan ve ihtiyaç ateşiyle münkesir birini görürsen yaklaş ona; şüphesiz ki benimle onun arasında perde yoktur!
FAKR ateşiyle yanan, yani “yok”luğunun idrakı ve hissiyatı içinde olup, yakîne ermiş bir kişiyi görürsen, yaklaş ona!
Çünkü, orada beni bulursun!
Çünkü, o “yok”luğa ermiş kişinin varlığı benimle kaîmdir. Benimle görür, benimle işitir, benimle yürür.
Elinde, dilinde beni bulursun!
Ve sakın sanma ki, orada o kişi var da içi yok olmuş, onun içinde ben varım! Bu muhaldir! Hulûl yani başka bir varlığın içine girme diye bir şey asla söz konusu değildir! Ayrıca iki ayrı varlığın birleşmesi yani ittihad da değildir bu!
Allâh’ın varlığı dışında ikinci bir varlık mevcut değildir ki, onun içine girme veya onunla birleşmeden bahsedilsin.
Hilmi diye biri gerçekte hiçbir zaman var olmamıştır! Kendini “Hilmi” sanması, “Öz”ünden mahrum ve perdeli olmasından ileri gelir!
Kendini varsanan; karşısındakilerin de var olduğunu sanarak yaşar ve basîretindeki bu perdeden kurtulamaz ise, ölüm ötesi yaşamda asla bu perdelilikten kurtulamaz. Perdeli olan suçlar, perdesiz olan ise o fiilin hakiki fâilini seyrederek, ona dil uzatmaz, gönül koymaz!
İşte “yok”luğa eren fakîr, perdelilikten kurtulmuştur. Allâh’la arasındaki bütün perdeler kalkmış ve gözünde gören, dilinde söyleyen hep O olmuştur.
Şayet böyle birini bulursan, hiç durma yaklaş O’na! Çünkü bu Allâh’a yaklaşmandır!
Bir de sanma ki, O, fakra ermeden evvel vardı da bu yüzden Allâh’tan ayrı idi! Hâşâ! Gene varlığının tümünde mevcut olan Allâh’tı!
Ne çare ki, kendini ortaya çıkarmayı murat etmiyordu.
Ne diyor fahri âlem Muhammed Mustafa sallâllâhu aleyhi vesellem;
“FAKR iftiharımdır!”
Yani bu demektir ki; “yok”luğum ile iftihar ederim, zira varlığımda mevcut olan Allâh’tır! Vehim fitnesinden kurtulmuş, kendimi Hakk’tan ayrı bir varlık olarak zannetmekten arınmış, “Öz”ümde var olan Allâh’ı görmüş, böylece “ben”lik belâsından kurtulmuşum! Emaneti sahibine teslim etmiş, izafî (göresel) benliğin gerçekte hiçbir zaman var olmamış olduğunu idrak etmişim ki işte bu iftiharımdır!
Nitekim, bir hadîs-î kudsîde şöyle denmektedir:
“Aç kaldım, beni doyurmadın; hasta oldum, beni ziyaret etmedin!”
Buradaki işaret; sûretin, ismin ardında mevcut olan gerçek ve mutlak Zât’ınadır!
Çünkü, hor hakir gördüğün, aşağıladığın, suçladığın isimlerin ardındaki fâili hakiki O’dur ve Esmâ-i ilâhî O’nundur!
Ve sen, bu perdeliliğinden dolayı af dileyip tövbe etmedikçe, ettiğine pişman olup, gerçeğin hakkını edâ etmedikçe perdelilikten asla kurtulamaz; bu hâlinle ölüm ötesi yaşama geçersen, ebediyen âmâ olarak kalırsın!
Evet, Hz. Rasûlullâh’ın burada bahsetmiş olduğu FAKR yani tam olarak “yok”luğunu hissedip yaşama hâli, ancak kendi vârisi olan, son derece yüksek mertebeli evliyaullâhtan bir-ikisine nasip olur. Ki bu zâtlara “Muhammedî Meşreb” denilir.
Bir de “İsevî meşreb” ve “Musevî meşreb” denilen zevât vardır bu evliyaullâh arasında.
“İsevî meşreb” olanlarda, teşbih hâli müşahedesi ağır basar. “Zâhir” ismi ilâhîsi müşahedelerinde ağırlıklı olduğu için, gördükleri her nesnede önce Allâh’ı tespit ederler.
“Musevî meşreb” olanlar ise tenzih ağırlıklı müşahede hâlindedirler. “Bâtın” ismi var oluşlarında ağırlıklı olduğu için, Hakk’ı her şeyin bâtınında, özünde müşahede ederler ki, bu “neyi görsek, özünde Hakk’ı müşahede ederiz” ifadesine yol açar.
Velîlerin hepsi de belli bir kemâlâta erdikten sonra, ya “Musevî meşreb” ya da “İsevî meşreb” olarak iki meşrebten birinde yerini alır.
Ancak, İnsan-ı Kâmil, Gavs-ı Zaman olan Gavs-ı Â’zâm, gibi “Vârisi Muhammedî” olan zevâtı kirâm bu görev öncesinde, “Muhammedî meşreb” olarak “tenzih” ve “teşbih”i görüşlerinde cem ederler.
Bunların dışında, fakr hâlindekilerin hepsinde de ya tenzih ya da teşbih ağırlıklı görüş hâkimdir. Ve bunların cümlesi de Hakk’tır!
Fakr tamam olduğunda o mahalde seyredilen, görülen, konuşulan artık kişi değil, Hakk’tır; Esmâ-i ilâhî’dir!
Bu sebeple fakr hâlinde olduğu idrak edilen birisine rastlanırsa, ona olabildiğince yakın olmak gerekir, Allâh’ı daha iyi tanıyabilmek için. Zira belli bir sûreti, şekli, kaydı olmayan Allâh’ı tanıyabilmek, ancak O’nun bu tür kendini olabildiğince açık ettiği mahaller ile mümkündür.