Namaz ve Hakikati

Dedim ki;

Yâ Rabbi, hangi namaz sana daha yakındır?

O namaz ki, içinde benden başkasının kalmadığı, kılanın içinde kaybolduğu!

 

Namaz, esas itibarıyla üçe ayrılır;

1. Mülk âleminin namazı.

2. Melekût âleminin namazı.

3. Ceberût âlemindekinin namazı.

Namaz, kılınmaz; ikame edilir!

Namaz nedir?

Önce, namazın ne olduğunu anlamak gerekir.

Namaz, yöneliştir! Yönelişin neticesi olarak istek, duadır! Ama öyle bir dua ki, edenin içinde yok olduğu bir dua!

Namaz, vehmî benlikle başlar, secdedeki “yokluk”la tamam olur.

Önce bildiğimiz klasik namazdan söz edelim…

Bu namaza duran kişi, Allâh’a kulluk gayesiyle, “Allâhû Ekber” diyerek başladığı zaman, önce bu kelimenin mânâsını düşünerek konsantre olmaya çalışır.

“Allâhû Ekber” demek; Allâh “büyüktür” ya da “en büyüktür” gibi bir anlama alınmaz. Çünkü Allâh, “büyüklük” kavramından münezzehtir!

Allâh’ın, misli, dengi, benzeri, makro ya da mikro planda bir ikincisi yoktur ki, “ondan büyüklüğü” bahis konusu edilsin!

“Ekber” kelimesini, “Allâh” ismi yanında gördüğümüz zaman, asla normal biçimde, herhangi bir şeyden büyüklük olarak anlayamayız. Çünkü, az önce de söylediğim gibi, O’nun daha büyük olduğu, ikinci bir varlıktan söz etmek mümkün değildir.

Öyle ise, “Ekber” kelimesini “Allâh” ismiyle bütünleşmiş olarak gördüğümüzde nasıl yorumlayacağız?..

“Allâhû Ekber” kelimesinin Türkçe anlamını, düşünebildiğimiz kadarıyla şöyle yorumlayabiliriz;

Sonsuz - sınırsız olması sebebiyle, tüm varlıkta kendinden başka bir vücud sahibi olması mümkün olmayan büyüklük! Evet, bir şeyden büyük değil, “büyüklük” sahibi!

İşte bu “büyüklüğü” şayet hissedersek ve bu şekilde “Allâhû Ekber” diyerek namaza başlarsak; daha sonra okuyacağımız âyetler ve rükû ve secdeler ile namazı “ikame” etmeye çalışmış oluruz... Gücümüz yettiğince, ilmimiz elverdiğince...

Bu ikame sırasında, kişi kendini yaratan varlığa, hamd eder, şükreder, isteklerini arz eder ve ondan kendisine icabet etmesini bekler. Bu şekilde bir fiil ortaya koyması istendiği; emredildiği için; bu emri yerine getirmek üzere bu namazı edâ eder!

İşte bu, avamın namazıdır. Beden boyutunun namazıdır!

Melekût âleminin, ârifin namazı ise müşahedelerin etkisinde olarak ikame edilir.

Mânâ boyutunun bu namazında kişi, fâili hakikiyi ve varlıklar üzerinde tasarruf eden, onları her an yaratan ve yok eden, onları her an dilediği şekle sokan “Rabb-ül âlemîn”i seyreder.

Bu mânâdaki namazda, bir kişi hem beden boyutundaki namazını edâ eder; hem de Hakk’ın fiillerini müşahede hâlindedir.

Tüm varlıkta tasarruf edenin; hem de her an ve her zerrede tasarruf etmekte olanın Allâh olduğunun Ayn-el yakîn müşahedesi hâlindedir.

Ancak bütün bunlara rağmen de, “fetih” gelmemiş olduğu için, Hakk-el yakîn hâsıl olmadığı için; vehim kalkmamış; kendisi olarak Hakk’ı seyretme hâli devam etmektedir. Yani, “ikilik” ortadan kalkmamıştır!

Kendisini müşahede eder, şuursal bir birim olarak kendini görmekte devam eder; ancak bununla beraber, kendisi de dâhil olmak üzere, mevcudatta tek bir mutasarrıfın hüküm, irade, kudret ve kuvvetinin geçerli olduğunu da devamlı olarak seyir hâlindedir. Ki onun bu seyir hâli, “Melekût âleminin seyri namazı” hükmündedir.

Bu namaz hâli içindeki kişi, tüm varlıklardan çıkan fiillerin tamamıyla hikmet olduğunu idrak ederek, kimseyi ve hiçbir varlığı, yersiz ya da yanlış iş yapmakla itham etmez veya suçlamaz...

Eğer, bu namazda biraz daha kemâl sahibi olursa, varlığın her zerresinde O’nun varlığını müşahede ettiği için; o zerrede, daha doğrusu zerre gördüğü şeyde, O’nun dışında bir şey olmadığını fark ederek; artık her sûrette O’nu seyretmeye başlar.

Ve bu hâl, o kişide AŞK hâlini meydana getirir. Her birime karşı büyük bir sevgiyle dolup taşar.

Ne ak kalmıştır onun gözünde, ne de kara!

Tüm varlığa hizmet, yardım, onun en büyük gayesi olur. “Yetmiş iki milleti bir gözle görmeye başlar”; Yunus Emre’nin dediği gibi! Çünkü, onun nazarında yetmiş iki millet değil, TEK varlık vardır!

Ârifin bu namazı “orta namaz”dır! “Salâtı vusta”dır. Ve bunun hükümlerine göre karşılığına ulaşır!

Ceberût âleminin namazına gelince...

Ârifi Billâh’ın namazıdır bu! “Namaz müminin mi’râcıdır” şeklindeki Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın işaret ettiği namazdır bu namaz!

“Kab-ı kavseyn” boyutuna urûc ettiği zaman Rasûlullâh sallAllâhu aleyhi ve sellem mirâc’da nakledilir ki, kendisine;

“Dur! Rabbin namazdadır!” denilmişti.

Rubûbiyet mertebesinin namazından söz edilmektedir burada.

“Rabbin namazı”, Rabb-ül âlemîn’in Rubûbiyet hükümlerinin Efâl âleminde yürürlükte olmasıdır.

Rabbin hükümlerinin, Rabbanî kudretiyle tahakkukundan “Rabbin namazı” diye söz edilmektedir.

Rab; Esmâ’nın mânâları üzere mahlûkatı var edip yönlendirendir! Bu tasarruf, “terbiye” diye anılır.

Bu mertebe, boyutsal bir mertebedir ve “şuur sıçraması” diye adlandırdığımız bir tür mi’râc ile hâsıl olur. Şuurda oluşur!

“Şuur” kendisini “Ceberût” boyutunda tanıdığı zaman, kendi vehmî benliği, birimsel benliği kalkmış olur; ve kendisinde Hakkanî vasıflar ile Rab zuhur eder.

İşte bu namaz, bir mânâda “Rabbin namazı” denilerek, Rabb’e izafe edilir. Ki gerçekte Rabbin tasarrufu dışında kalan hiçbir şey yoktur.

Esasen, Rabbanî seyr, kendi Esmâ’sı üzerinedir. Efâl ise Esmâ’nın tabii neticesi olarak meydana gelir.

Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm), Allâhû Teâlâ’nın ikramı olarak mirâc’a çıktığı zaman, Ceberût âleminde, Rabb-ül âlemîn’in tüm mevcudat üzerinde Esmâ yollu mutlak tasarrufunu müşahede etti, “Kab-ı kavseyn” noktasında.

“Ev edna”… Hatta bunun da ötesinde, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) ismi altında, “gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli ve yürüyen ayağı olarak”; “Şehâdet etti ki Allâh, kendisinin dışında, ötesinde bir TANRI mevcut değildir”!

Ve sonra Rabbi ile mükaleme etti Rasûlullâh (aleyhisselâm)!

Ve sonra Rabbinin emirlerini hâmil olarak tekrar insanların arasına döndü Muhammed Mustafa adıyla, RASÛLULLÂH!

Acaba, bu cümleler bize Rasûlullâh (s.a.v)’in hüviyeti, eniyeti ve kişiliği hakkında bazı ipuçları verebiliyor mu?

Birincisi insanlara emrolunan, farz olunan bildiğimiz namazdı.

İkincisi, “orta namaz” diye bahsedilen.

Üçüncüsü ise, “daimî namaz” diye anlatılmak istenen.

Esasen, ikinci tür de vakitle kaîm olmayarak devamlı ikame edilen bir tür “daimî namaz” olmasına rağmen; gerçek “daimî namaz” bu üçüncü namazdır.

İşte, en makbûl namaz, “kılanın içinde olmadığı” olarak belirtilen bu üçüncü namazdır. Ki bu konuya metnin sonlarına doğru tekrar bir nebze, Zül’Celâli Vel’İkrâm’ın ihsanı ve sınırların müsaade ettiği ölçüde değineceğiz.

Ayrıca “Namaz” konusunu çok daha geniş bir şekilde TEMEL ESASLAR kitabında açıklamaya çalıştık... Bu konuyu daha detaylı okumak isteyenler oradan okuyabilir. 

53 / 84

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!