Uyuma Ki Göresin!
−Yâ Gavs-ı Â’zâm. İndîmde avam gibi uyuma, beni görürsün!
Sordum, dedim ki:
−Yâ Rabbi, indînde nasıl uyuyayım?
−Cismin lezzetinden sıyrılarak; nefsin şehevâtından arınarak; ruhun anlık kaymasından kurtularak; ve zâtınla fenâ bularak uyu!
Öncelikle şunu anlayalım;
Burada bahsedilen bir yatağa girip veya bir halının üstüne kıvrılıp da orada uyumak değildir!
“Uyku” hâliyle bahsedilen husus, burada, “İnsanlar uykudadır” hadîs-î şerîfinde bahsedilen mânâdaki bir uykudur! Yani, bedensel mânâda “uyku” değil; şuursal mânâda “uyku”dan söz edilmektedir bu beyanda!
Neydi bu “uyku” hâli?
Eğer bir kişi, kendini sadece bu et-kemik beden olarak varsanıyor, âlemi de beş duyuyla algıladıklarından ibaret olarak kabulleniyor ise; kendisinin, beden ve ruhun ötesinde “şuur”dan ibaret bir bilinç varlık olduğundan haberdar bile değilse, o kişi hiç uyumadan daima ayakta dolaşsa dahi “uyku” hâlindedir ve tüm algıladıkları da rüya hükmündedir. “Ölmedikçe” de uyanamaz!
“İndîmde avam gibi uyuma! Ki hakikati göresin!”
Uykuda olan, kendi hayalindeki dünyasının görüntüleriyle yani rüyalarla ömrünü tüketir gider.
Uykudan uyanmak için ilk yapılması gereken şey, düşünce dünyanı beş duyu kaydından kurtarmaktır.
Gördüğün kadar düşünmek yerine; düşünebildiğin kadarını görebilmektir amaç!
Hayvanat; gördükleri kadar yaşar, ötesini düşünemez. İnsan ise, gözünün gördüklerinin ardına düşünerek erebilir.
Öyle ise; “Ben neyim, nasıl varım? Var olan her şeyin ardındaki güç nedir?” gibi sorularla düşünmeye başlamalı ve daha da derinliğine girerek, bütün varlığın aslı ve orijinini tanımaya çalışmalıdır.
“Avam gibi uyuma!”; çünkü sana uyanık olmak yakışır. Ne kadar uyanık olursan ol, bir bedene bağlı olarak bu Dünya’da yaşamak zorunda olduğun sürece, son derece hafif de olsa, sende bir uyku hâli olacaktır. Ama bu hâl, avamın uykusu değildir işte!
“Peki nasıl uyuyayım?..”
“Cismin lezzetinden sıyrılarak...”
Kendini bir beden kabul etmekten dolayı, cismanî, maddi lezzetler peşinde koşarak, bu tür lezzetlerin esiri olarak, yarın Dünya’da bırakıp gideceğin şeylere âdeta taparak değil! Para-pul, seks, giyim-kuşam, ev-eşya, vasıta peşinde koşarak, daima daha iyisini elde etmek için ömrünü harcayarak değil!
“Nefsin şehevâtından arınarak...”
“Nefs”, “ben”liktir! Benliğin arzularından arınarak...
Nedir “ben”liğin arzuları?..
Makâm, mertebe, şan, şöhret, isim, ünvan, sayılmak, sevilmek, hürmet görmek, değer verilmek, methedilmek!
İşte bunların hepsi, “ben”liğin arzularıdır. Yani nefsin!
Genelde tasavvufla derinliğine ilgisi olmayanlar tarafından nefs ile tabiat birbirine karıştırılır. Oysa nefs ayrıdır, tabiat ayrıdır.
Cismin lezzetinden diye başlayan bölümde, tabii özelliklerden yani kişinin tabiatından bahsolundu. Bu bölümde ise “nefs”in isteklerinden bahsoluyor.
Madde ile ilgili istek, arzu ve zevkler tabiat ile alâkalıdır; manevî istek, arzu ve zevkler ise nefs ile alâkalıdır.
Bir kişi, ben şöyle yemeyi, şöyle yatmayı, şöyle seks yapmayı seviyorum dediği zaman, bunlar hep tabiatının sonucu oluşan şeylerdir.
Kişinin tabiatına uygun olan şeyler, ona hoş, güzel gelir; tabiatına yani bedensel terkibine uygun olmayan şeyler de tatsız, lezzetsiz, zevksiz gelir. Bütün bunların direkt olarak “nefs” ile alâkası yoktur.
Buna karşılık, “Nefs” kelimesiyle anlatılan şey, tam Türkçe karşılığı ile kişideki “Ben” duygusudur!
İçki, sigara ve bu türden kişinin terk edemediği şeylerin hepsi de, nefsin değil tabiatın bağlı olduğu şeylerdir.
Nefsin bağımlı olduğu şeyler ise en başta “hükmetme - yönetme” duygusudur. “Hayır, ille de BENİM dediğim olacak” gibi cümleler hep nefisten kaynaklanır ve nefsin kuvvet derecesine işaret eder.
Nefsin şehevâtından yani arzularından sıyrılabilmek için iki yol vardır:
1. Nefsin isteklerine olabildiğince karşı çıkarak, uzun vâdede nefsin bu isteklerini köreltmek.
2. Nefsin hakikatini idrak etmek suretiyle, izafî ve vehmî (var kabul edilen) nefsin isteklerini kâle almaz hâle gelmek!
Kişi, normal şartlar ve çevrenin şartlandırması sonucu, kendisini bu beden ve bedene bağımlı ruh ve dahi bu bedenle kaîm varlık kabul ettiği için, tabiidir ki birimsel tatmin için yaşar. İşte bu yaşayış da en başta nefsin ve tabiatın istekleri doğrultusunda olur.
Hakikate ermek isteyen birim, eğer en başta kendisini bu yanlış bilgilenmeden kurtaramazsa, kendini bir birim olarak kabule devam ederse, yolu hayli çetrefil demektir.
Bu sebeple en kestirme yol, önce “nefs”in hakikatini anlayıp idrak etmek; sonra da artık gerçekte var olmayan fakat kişinin programı gereği var kabul edilen izafî (göresel) nefsi kontrol altına almak gerekir.
“Ruhun anlık kaymasından sıyrılarak…”
Vehminin varsandırdığı mevhum varlıkları görme hâline düşmekten, birimler müşahedesinden sıyrılarak…
Birinci basamakta, tabiatın isteklerinden kurtulmak;
İkinci basamakta, nefsin isteklerinden kurtulmak;
Üçüncü basamakta Ruhun (şuurun) yanlış tespitlere kaymasından kurtulmaktan söz ediliyor.
Beynin istidat ve kabiliyetine göre ortaya çıkan şuur, bilinç, beyin tarafından tüm özellikleriyle aynı anda ruha yüklenir ve bu şuur sonsuza dek yaşamına çeşitli devreler geçirerek devam eder.
Bu sebepledir ki; burada şuur, ruha izafe edilmiştir.
Şuurun kayması, ruhun kayması tâbirleri ile anlatılmaya çalışılan hâle, Mevlâna Celâleddin de “gözün şaşılığı” deyimiyle işaret eder ki, bütün bunlardan idrak ettirilmek istenilen mânâ hep aynıdır. Kesret müşahedesinden kurtulmak. Çokluk kabulünü terk!
Eli, ayağı, başı, kulağı, gözü, ayrı ayrı müstakil canlılar olarak görme hâlinden kurtulup; tümünün içinde aynı tek kan, tek can, tek irade hükmünü icra etmektedir, diyebilmek.
Bir birimde, insan var, hayvan var, cin var, melek var bunların her biri de kendi başlarına diledikleri gibi yaşıyorlar; kâinat başıboş bırakılmış hadsiz hesapsız canlıyla dolu gibi bir görüş; tamamıyla o kişinin, varlıkların hakikatine, aslına, orijinine nüfuz edememekten doğan çokluk görüşüdür.
Ruhun yani şuurun kaymamış hâlinde iken ise;
Çeşitli uzantı ve özellikleriyle tek bir bedenin var olduğunu ve bu bedenin tümüyle tek bir şuur ve iradenin hükmü altında olduğunu anlayabiliyorsak; aynı şekilde tüm Dünya’nın, Güneş Sisteminin, Galaksinin, milyarca galaksiden oluştuğunu düşündüğümüz Evrenin ve tüm boyutlarıyla ve bu boyutlara ait varlıklarıyla Kâinatın gerçekte tek bir beden ve yapı olduğunu; bu yapıda TEK bir ŞUUR, TEK bir İRADE, TEK bir KUDRET’in hüküm sürmekte olduğunu müşahede ederiz.
“Ve zâtınla fenâ bularak uyu!”
Bu üç basamaktaki arınmayı gerçekleştirdikten sonra da, “Zâtınla fenâ bularak” yaşamına devam et!
Bu beyanın en can alıcı noktası bu cümlecik!
“Zâtınla fenâ bulmak” ne demek?
“Zâtım” dediğin “öz”ünün gerçekte var olmadığını; “öz”ünün Hakk’a ait olduğunu, O’nun varlığıyla mevcut ve kaîm olduğunu; hakikatinin sadece ve sadece “O” olduğunu idrak et! Ki böylece izafî ve vehmî benliğinin asla varlık kokusu almadığını anlamış olasın.
Böylece de “yok”tan var olmuş “ben”liğin, zâtın tekrar “yok” olsun! Ve neticede Bâkî olan VECHULLÂH hükmü aşikâr olsun.
“Arzda (bedensel yaşamdaki benliklerin) kim varsa hepsi fânidir (her bedendeki nefs - bilinç ölümü tadar). Zül’Celâli vel’İkrâm Rabbinin vechidir (Esmâ mânâları) Bakıy olan!” (55.Rahmân: 26-27)
Ki ehli için her an bu böyledir... Ve bu seyir ebeden devam eder.