İrfan Mertebeleri
Ve daha buyurdu ki;
−Ey Gavs-ı Â’zâm. Zâhidleri nefis yolunda; Ârifleri kalp yolunda; Vâkıfları ruh yolunda kıldım. Nefs’i de HÜR olanlara mahal kıldım… O yüzden “Hürlerin kalpleri sırlar kabirleridir” demişlerdir…
“Zâhidleri nefis yolunda” mücadele ile meşgûl kıldım;
Zâhidler, nefis terbiyesi için, çeşitli şeylerden ellerini ayaklarını çekerler. Nefsin terbiye olması gayesiyle, evden barktan çeker elini ve bir lokma bir hırkaya kalana kadar, her şeyden çeker elini eteğini. Ama gene de nefsinin isteklerinin sonu gelmez kolay kolay. Bu yolda ömrünü tüketenlerin sayısı hadsiz hesapsızdır.
“Ârifleri de kalp yolunda” mücahede ile meşgûl kıldım;
Ârif, irfan sahibidir. Hikmetler ve hikmetlerin müsebbibi ile meşgûl olur. Eserden müessire yani eserden, eseri meydana getirene ulaşmak gayesiyle mücadele verir durur.
Ârif, kalp mertebesinde melekût âleminin varlıkları, tecellileri ile meşgûldür. Ârife göre, Hakk’tan ve O’nun tecellilerinden başka bir şey yoktur.
“O şöyle diledi, O böyle yaptı, O bu hikmetle bunu meydana getirdi; O’nun tecellileri şöyledir, böyledir” gibisinden her an O’nunla meşgûldür.
“Ârif”in iyi bir mertebesi vardır; ama, yine de, elde edemedikleri, elde ettiklerinin yanında hesaba gelmez!
Her yerde ve şeyde Hakk’ı görmesine rağmen; bir Hak vardır, bir de kendisi. Nazarında, çok Tek’e dönüşmüştür ama; bir O Tek vardır, bir de kendisi! Çokluktan çıkmış, çiftliğe girmiştir!
Hâlâ nazarında bir “O” vardır, bir de “O”nu tespit eden kendisi!.. Yani, diğer bir deyişle “şirki hafî” veya açık deyimiyle “gizli şirk” devam etmektedir.
Bu hâl, “Mülhime nefs” mertebesinin hâlidir.
Burada bahsedilen “Ârif”tir; “Ârifi Billâh” değildir.
Üçüncü nefs mertebesinde olana “Ârif”; irfanına “Marifet” denilir.
Altıncı nefs mertebesinde olana “Ârifi Billâh”; irfanına da “Marifeti Billâh” denilir, ki aralarındaki fark, hadsiz hesapsızdır.
Birincisinde henüz velâyet tahakkuk etmemiştir; çünkü “Velâyet” dördüncü basamak olan “Mutmainne”de başlar.
İkincisindeki “Velâyet” ise, kâmillere ait “Aktabiyet”tir ki, “dörtler”, “yediler” gibi zevâtı kirâmın nefs hâlidir.
Zâhidlere göre Ârifler hayli yüksek mertebe sahipleri olmalarına rağmen, dereceleri kendilerinden bir yukarıdakiler olan “Vâkıfîn” yanında hayli düşüktür.
“Vâkıflar da ruh yolunda meşgûldür...” Hakikat mertebesi ehilleridirler...
Vâkıflar, “Ruh” boyutunda kendilerini tanımışlardır. Burada bahse konu olan “Ruh”; vehim yollu kabul edilen birimsel ruh değil, “Ruh-u Â’zâm”dır. Bu sebeple de, bu mertebedekiler, “Vahdet” mertebesinde, çokluk kavramının içine giren her şeyden berî olarak yaşarlar!
Vahdet müşahedesi içinde, Esmâ-i ilâhîyeyi seyir hâlindedirler.
Burası, “Hakikat” mertebesine tekabül eder. Kendi isimlerinin mânâlarının türlü şanlarını seyir hâlindedir.
Kim mi?
Elbette ki O! Birimin ne haddine!
Bütün bunların yaşamını devam ettiren, Bâkî olan Hakk’tır!
Ancak ne var ki, tüm kemâlâta rağmen, bu seyir dahi Esmâ âlemine dönük olduğu için; “Zât” mertebesine nispetle, Zâtî ilim indînde, kesrete dönük bir mertebe durumundadır.
Bu tecellinin yaşandığı, bu şanın bulunduğu mahal; hakikate vâkıf olmuş anlamında olarak “Vâkıfîn” diye anılır. Vâkıf olmuşlar... “Mukarrebûn” diye de anılırlar. “Allâh’a Hakk-el yakîn olmuşlar” anlamında olarak. Bu mertebe, velâyetin en üst mertebelerindendir.
“Zâtî” tecelli, bu zevâtı kirâmda “Berkî” tecelli şeklindedir.
Bir de bunların ötesinde zamanın İnsan-ı Kâmil’ine ve Gavs’ına has olan “Tecelli-i Zât” vardır ki; bu zevâtta bu durum daimîdir.
İşte onlar için anlatılan, “NEFS’i de HÜR olanlara mahal kıldım” ibaresidir. Mutlak mânâda NEFS=BEN onların mahallidir! Zât’ını tanıma mertebesi yani...
Zâtıyla zâtını bilişin, âlemde zuhur yollu izharı için meydana gelen bir şandır bu!
“HÜR” kelimesi, gerçekte sadece bu zevât için kullanılır. Ve onların kalpleri, yani bilinçleri Allâh’ın ilmiyle dolu bir hâlde hadsiz hesapsız sırlarla doludur.
Bu mertebedeki “Zâtî ilim” hakkında, ne bugüne kadar bir açıklama yapılmıştır, ne de bundan sonra böyle bir açıklamanın yapılabilmesi mümkündür! Zâtî ilimden söz edilmesi muhaldir!
“Allâh’ın Zât’ı üzerine tefekkür etmeyiniz!”
Şeklindeki Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın beyanı, işte bu gerçeğe işaret eder. Çünkü Zâtî sırrın tefekkür yoluyla çözülmesi muhaldir! Fikir okları o hedefe ulaşamaz, yarı yola bile ulaşmadan ters yüz olup atana geri döner.
Burada artık bırakın Efâl müşahedesini, Esmâ mânâlarıyla bile kayıttan söz edilemez...
“Rabbimiz yerleri ve gökleri yaratmadan evvel nerede idi?” sorusuna;
“Altında ve üstünde hava bulunmayan Â’MÂ’da idi.”
Diye cevap veren Rasûlullâh, Zât’ın hakikati olan bu AHADİYET mertebesine işaret etmiştir.
Esasen bu bahsettiğimiz hadisi, şu diğer hadîs-î şerîf ile birlikte mütalaa edersek, ehlinin fark edeceği önemli bir nüans açığa çıkar:
“Allâh vardır ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktur!”
Bu konuda daha ileri gitmek burada gereksiz. Bunları yaşamayana, satırlardan bunları anlatmak imkânsız gibidir.
Ehli ise, zaten bunları hâliyle bilir ve bilvesile bizim de bunlardan haberdar kılındığımızı anlar. Bâkî Allâh’tır.