Hedef, Zât’tır!
−Yâ Gavs! Haremime girmek istersen, ne mülke, ne melekûta, ne ceberûta iltifat et... Şüphesiz ki mülk âlimin, melekût ârifin, ceberût da vâkıfînin şeytanıdır! Kim bunlardan birine razı olursa, o indîmde tard edilmişlerden olur!
Bu bölüm dahi gerçekten Risâle-i Gavsiye’deki en önemli mânâlardan birini kapsamaktadır!
Mülk âlemi, âlimin şeytanıdır.
Melekût âlemi, ârifin şeytanıdır.
Ceberût âlemi dahi vâkıfînin şeytanıdır, denilmektedir.
Ve kim ki, bunlardan birinde, birisi olarak kalır, o hâliyle yetinir; bu durumda Allâh’tan uzak ve ayrı kalmışlardan olur, uyarısı yapılmaktadır!
“Ey kulum. Seni benimle meşgûl olup, beni tanıman için var ettim, oysa sen kiminle ve neyle meşgûldün?” dediğinde Cenâb-ı Hak, âlim ne cevap verecektir, vâkıfîn ne cevap verecektir?
Âlim; mülk âlemine dönük meseleler ile meşgûldür... Âlimin bütün meşgalesi olan madde âlemi konularının hükmü, melekût âlemine, ölüm ötesi yaşam âlemine geçilince son bulacaktır! Ölümle birlikte, şeriatın zâhirine ait tüm hükümler geçerliliğini yitirecek, ibadetler kalkacak, tüm yasaklar son bulacaktır. Dünya yaşamı için gerekli olan bu bilgilerin, insana ölüm ötesi yaşamı kazandıracak kadarı gereklidir elbet; ama sadace o kadarı!
Çünkü insan, Allâh’ı tanımak, bilmek için var edilmiştir! Bu istidat ve kabiliyeti dolayısıyla “halife” seçilmiştir yeryüzünde!
Allâh’ı tanıma ve bilme ise şuurla, bilinçle elde edilen bir şeydir. Bütün melekler, cinler ve hayvanlar, isteyerek veya istemeyerek Allâh’ı zikretmekte, kulluk görevlerini yerine getirmektedirler. İnsanın, onlardan ayrıcalığı ise, “Allâh’ı bilme, bulma ve O’nda yok olabilme” özelliğine sahip olmasıdır.
Bu özellikle var kılınmış insanın, hele âlimin, mülk âlemine ait işlerle hayatını tüketip, bunun ötesine geçememesi ise, elbette ki çok büyük bir kayıptır ve neticede, Allâh’tan uzak kalmasına yol açar.
Âlimin, mülk âlemi hâlleri ile meşgûl olup Allâh’a yönelmemesi ise “tard edilme” denilen, Allâh’tan ayrı düşme durumuna sebep olur.
“Tard edilmek”; mekânsal veya boyutsal bir şey olmayıp, “şuursal”dır!
Senin kendini, “Allâh”tan ayrı bir varlık kabul etmen; kendi ötende bir tanrı gibi “Allâh”ı değerlendirmen, “tard olmuşluk” denilen hâlin ta kendisidir!
Melekût’un ârifin şeytanı olması hususuna gelince;
Ârif; madde âleminin ardındaki melekût boyutunun sırlarıyla ve hikmetlerle meşgûldur. Efâl âleminde olup bitenlerin ardındaki hikmetlerle ve fâili hakikiyle, çeşitli mânâları yönünden meşgûl olan ârifin bu meşgalesi dahi, kendisini bir üst boyuttan alıkoyan perde hükmündedir. Çünkü, ceberût âleminde yaşayan vâkıfînin nazarında, ârifin melekût âlemi, hayalden başka bir şey değildir! Hakikat âlemi ve TEK gerçek nûr mevcutken, tutup da hayalî varlıklar ile meşgûl olmak, sanki şeytana uymak gibidir!
Şeytanlık, vehim hükmüne dayanır!
Var olmayan şeyleri var kabul edip, gerçek var olanı yok kabul etmek, şeytanî hâldir; yani vehme tâbi olma hâli...
Vehmî benliği terk edememiş ârif de, bu mânâ yönünden henüz şeytanını müslüman edememiş durumdadır. Yani, vehmin tesirinden kurtulup TEK’e ermemiştir!
Ârif kimdir? Sezgi-ilham yollu Hakk’ın Tekliğini hissedip, her şeyde O’nu gören... Her şey Hakk’tır diyen...
Oysa gerçekte, “her şey” mevcut değildir ki!
Ayrı ayrı birçok şey mevcut değildir ki!
Birçok ayrı ayrı şeyler, TEK bir şeyden meydana gelsin, ya da daha da beteri, panteist görüş olan TEK bir şeyi meydana getirsin! Böyle bu görüşe sahip olmak tamamen bir aldanıştan başka bir şey değildir.
Bırakın panteist görüşün, bir gerçekten sapkın düşünce oluşunu, ayrı ayrı şeyler görüşü dahi, velev ki TEK’in görünümleri şeklinde algılansın, yine de gerçeğe isâbet etmemektedir!
İşte ârif, “ayrı ayrı şeyler ve o şeylerin HAK oluşu” görüşleri içinde yüzdüğü sürece; bunun ötesine geçemediği sürece, Allâh’tan uzak düşmüş durumdadır.
Ceberût’un vâkıfînin şeytanı olması hâline gelince;
Bu husus, açıklanması ve anlaşılması oldukça güç olan bir noktadır.
“Tatmayan bilmez” sözünün ifade ettiği gibi, bunu yaşamayana izah etmek son derece güç olmasına rağmen inşâAllâh ifadesini kolaylaştırır.
Ceberût âlemi, Vâhidiyet mertebesidir ki, Esmâ ve Sıfata tekabül eder. Zâtî sıfatlarla ve Esmâ yollu kendini tanıma, seyretme mertebesidir bu mertebe…
Esas itibarıyla âlemler; kesret âlemi ve vahdet âlemi olarak ikiye ayrılır. Ancak bu kesin böyle değil, anlayışın ya da bir diğer şekliyle anlayış yetersizliğinin oluşturduğu ikidir, bu âlemler.
Kesret âlemi yani çokluk âlemi, Efâl âlemidir.
Çokluğun oluşturduğu mülk ya da melekût boyutunda sayısız fiiller söz konusudur.
Vahdet âleminde ise kesretten söz edilemez. Vahdet âleminde kesretin yani çokluğun varlığı kalmamıştır!
“TEK”, çok kavramı kabul etmez! Ahadiyet, çokluk kavramlarını yok eder.
Ceberût ve Lâhut sanki bir nesnenin içyüzü ile dışyüzü gibidir!
“NEFS” yani “Mutlak BEN”liğin, kendini, isimlerinin mânâları yönünden seyri, tanıyışı Ceberût âlemidir!
İsimler ve mânâları yollu olmaksızın salt, sırf, “Samediyet” yollu “Ahadiyet”e yöneliş, eniyet ve hüviyete yöneliş âlemi ise, “Lâhut”tur.
“İlim bir noktadır”, “Zâtıyla zâtını seyretmektedir; gayrı söz konusu değildir”, “Â’mâdadır” gibi cümleler hep bu âlemi çeşitli vecheleriyle tanımlamak içindir.
Zâta ermek, zâtını tanımak, zâtı için seçilmiş olmak gibi tâbirler ile anlatılmak istenilen husus gerçek hedef olunca, görülür ki Ceberût mertebesinin hâli dahi zâta perdedir!
“Vâkıf”; yani hakikate ermiş, çokluk kavramından ve görüşünden arınmış, kendi isimlerinin mânâlarını seyreden, bu seyir hâlinde elbette ki zâtından perdeli durumdadır.
Evet, her ne kadar, Zâtın Esmâ’sını, yani Zâtın icat ettiği mânâları seyrediyorsa da; gene de meşgalesi, isimlerin işaret ettiği sonsuz mânâlardır... Ve bunların asla sonu gelmeyeceği için de Zâtı ancak Esmâ perdesi arkasından seyir hâlindedir!
Ki bu yüzden de Vâkıfîn, ne kadar yüce ve hatta yaşamı hayal bile edilemez mertebede “Hayy” olursa olsun, Zâtın hüviyete dönük yönünden uzak düşmüştür!..
İşte bu mertebe “tard edilme” ifadesi, Zât ile değil, Esmâ yollu Zâtı müşahede hâlini anlatmak için kullanılmıştır.
Esas itibarıyla Ulûhiyet; Vâhidiyet ve Vahdâniyeti anlatır.
Vâhidiyet’in bâtını Ahadiyet, zâhiri ise Rahmâniyet’tir. Topluca adı ise Ulûhiyet’tir.
“Allâh” ismi hiçbir isimden türememiştir!.. Tamamıyla özel, has ismidir Ulûhiyetin...
“İlâhiyet” ile “Ulûhiyet” tamamıyla ayrı şeylerdir.
İlâhin me’lûhu vardır... Yani, ilâhın, ilâhlığını kabul edecek kendi dışında bir varlık vardır... Gayrı vardır...
Ulûhiyet ise kendi dışında bir varlık kavramı kabul etmez!
Onun içindir ki Allâh, ilâh-tanrı değildir... “Tanrılık” kavramından da münezzehtir!
“Vâhid”in, Zâtî sıfatları yollu kendini seyri “Rahmâniyet”; Efâl’i meydana getirecek isimleri yollu seyri “Melikiyet”; o isimlerle Efâl’i oluşturması ise “Rubûbiyet”tir! Rab, fiili oluşturan; Merbub ise fiil olarak çıkandır!
“Vâhid”in zâtı “Ahadiyet”, kendini bilişi “Eniyet”, zâtında hiçlik hâli “Â’mâiyet”... Evet, bunların tümü birden de tekrar edelim “ULÛHİYET”tir!
Allâh’ın bizde izhar ettiği ilme göre, bu böyledir... Muhakkak ki hakikat, Allâh indîndedir!