Şeriat - Tarikat - Hakikat
− Yâ Gavs-ı Â’zâm!
Dedi Allâh…
−Lebbeyk Rabbi Gavs, dedim.
−Nâsut ile Melekût arasındaki her tavır şeriat; Melekût ile Ceberût arasındaki her tavır tarikat; Ceberût ile Lâhut arasındaki her tavır da hakikattır!
Nâsut âlemi, bildiğimiz beş duyuya hitap eden madde âlemidir.
Melekût âlemi ise, beş duyu ile algılayamadığımız soyut varlıklar âlemidir. Meleklerin çeşitli türleri, cennetler ehli, hep bu sınıftır.
Ceberût âlemi ise, Esmâ ve sıfat âlemidir. Yani isimlerin ve sıfatların mânâlarını teşkil eden âlemdir.
Lâhut ise, Zât’ın âlemidir.
Bu hususta öncelikle bilmemiz gereken şey odur ki, bu anlatımlar hep mecazîdir. Gerçekte, mekân anlamında böyle ayrı ayrı âlemler mevcut değildir!
Nâsut âlemi denen madde âlemi, bilindiği gibi, beş duyuya hitap eden bir âlemdir. Bu âlemde yer alan insanı düşünelim…
İnsanın bir madde bedeni vardır.
Madde bedenin ötesinde bir düşünce, şuur dünyası vardır.
Ve dahi bu düşünceleri kapsamına alan benliği vardır...
Şimdi düşünelim... Düşünce dünyanız madde bedeninizden ayrı olarak kabul edilebilir mi, yani madde bedenden ayrı bir yerde midir?
Elbette hayır!
İşte aynı şekilde, madde âleminden tamamıyla ayrı bir yerde Melekût ve Ceberût âlemleri de düşünmemek gerekir.
Bu hususu daha iyi anlatabilmek için şöyle bir misal verelim;
İnsan, bedeni itibarıyla Nâsut âleminde yaşar...
İnsan, ruhu itibarıyla Melekût âleminde yaşar...
İnsan, vasıfları itibarıyla Ceberût âleminde yaşar...
İnsan, zâtı itibarıyla Lâhut âleminde yaşar...
“Allâh, Âdem’i kendi sûreti üzere yaratmıştır.”
Hadîs-î şerîfi, işte bu yaradılış sırrına işaret eder.
Elbette ki bu hadiste geçen “sûret” kelimesi maddi şekil anlamında değildir. Çünkü Allâh, şekilden ve kayıttan münezzehtir.
Evet, burayı böylece anladıktan sonra şimdi yukarıdaki ifadeyi biraz daha açalım;
Madde ile düşünce dünyası arasındaki saha, şeriattır. Yani kurallar sahasıdır. Bu sahada belirli kurallara uyularak yapılan fiilî çalışmalar, neticede kişiyi hakikate yönelmeye sevk eder. İşte bu merhalede kişi, şeriat safhasından tarikat safhasına geçer.
Tarikat safhası; kişinin şekilden öze, oluşların, fiillerin ardındaki sır ve sebepleri keşfetmeye geçiş safhasıdır. Tarikat düzeyindeki kişi, neyin, neden, nasıl, ne şekilde oluştuğunu araştırmaya başlar... Buradaki mânâsıyla tarikatı, mesela; Nakşibendîlik, Kadirîlik, Rufaîlik gibi anlamayalım. Burada bahsedilen tarikat, fiilin veya şekilin ardını araştırma safhası olarak anlatılmaktadır.
Nitekim “Melekût”, melekler âlemi olmanın ötesinde mânânın maddeye dönüştüğü âlem olarak da bilinir. “Ceberût” âlemi ise mânâlar âlemidir. Ceberût yani salt mânâlar âlemine ait manevî sûretler; melekût âleminin soyut varlıkları ile madde âleminde ortaya çıkarlar.
Bir diğer ifade ile, yani günümüz ilmiyle izah etmek gerekirse; kozmikaltı bilinç âlemine ait mânâlar, kozmik ışınlar aracılığıyla madde âleminin maddi sûretleri şeklinde dönüşürler. Bu evrensel mânâda da böyledir, bireysel yani insanî mânâda da böyledir.
Biraz daha açalım...
Madde bedeninizle ortaya koyduğunuz fiilleriniz vardır ki, bu boyuta tasavvufta “Efâl Âlemi” ya da “Nâsut” veya “Şehâdet Âlemi” denilir.
Görme, duyma, hissetme, algılama gibi özelliklerinizin olduğu boyut ise “Melekût Âlemi” olarak anlatılır.
Cesaret, cömertlik, titizlik, merhamet, hükmedicilik gibi özelliklerin olduğu boyut ise; benlik duygusu, ilim, irade, kudret gibi vasıflarla birlikte kişinin “Ceberût Âlemi”ni meydana getirir.
Her mânâ ve özellikten arı bir hâlde sadece “ben varım” bilinci; kişinin “Lâhut Boyutu”nu teşkil eder. Aynı zamanda bu boyuta “ZÂT Âlemi” de denilir.
“Allâh’ın ZÂTI hakkında tefekkür etmeyiniz.”
Hükmü, bu tefekkürün imkânsız oluşu dolayısıyla verilmiştir.
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın, “Allâh’ın Zâtı üzerinde tefekkür etmeyiniz” buyruğu, tefekkürün kaynağının Sıfat mertebesinden kaynaklanması dolayısıyla, Zât’a erişmesinin imkânsız olduğuna işaret etmek içindir.
Zira sıfattan meydana gelen şeyin Zât’ı ihâtası imkânsızdır.
Yine bu bölümde çok iyi anlamamız gereken son derece önemli bir husus daha var. O da şu;
Ayrı ayrı isimlerle anlatılan bu “âlemler”, gerçekte birbirinden kopuk, belirli sınırları olan, birbirinden bağımsız katmanlar asla değildirler. Hepsi de herhangi bir kopukluk ya da bağımsız bölümler hâli söz konusu olmaksızın, birbirinin içi ya da dışı şeklindedir, bizim şu andaki görme veya algılama kapasitemize göre.
Gerçekte ise, âlemlerin farklılığı, bizim algılama kapasitemizin son derece sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır.
İndî ilâhîde bunların hepsi tek bir âlemdir!
Bu hususu daha değişik bir anlatımla şöyle de açıklayabiliriz;
“Kesret âlemi” denen, çokluk görüntüsünün yer aldığı âlemde, birbirinden bağımsız görünen sayısız varlık tespit edilmektedir.
Oysa bu sayısız varlık “göz” adını taktığımız sınırlı algılama kapasitesi olan araç yüzünden bize böyle görünmektedir.
Gerçekte, çok yok, TEK vardır!
İnsan bedenini düşünelim. Trilyonlarca hücreden oluşan bir yapı! Her organ, diğerlerinden son derece farklı yapıya sahip! Âdeta, farklı düşünce ve görev sahibi pek çok varlığın bir araya gelerek oluşturduğu tek bir beden görüntüsü! Ama, varoluş sistemleri aynı. Aynı özden meydana gelerek oluşmuşlar.
Biraz daha derine inerek konuya yaklaşalım. Gözün algılama boyutunda milyarlarca tür görülmesine rağmen, bir milyar defa büyüten elektron mikroskobunun bakışıyla aynı varlıkları değerlendirdiğimiz zaman görmekteyiz ki, varlık sayısı yüz küsur atom türüne inmektedir.
Eğer biraz daha derine inersek, evrende bulunan milyarlarca türün sayısız anlamlar taşıyan, dalga boyları farklı ışınsal yapıdan ibaret olduğunu göreceğiz.
İşte bu noktada, kesret yani çokluk Tek’liğe dönüşmüş olacaktır. Pek çok fikir ve hayal sahibi TEK bir şuur gibi!
İşte “Melekût âlemi” diye anlatılan, sayısız mânâlar ihtiva eden ışınsal kökenli kozmik âlem; “Ceberût âlemi” diye anlatılan da o sayısız mânâları hâvî TEK bir KOZMİK BİLİNÇTİR!
Bu “Kozmik Bilinç”in tasavvuftaki karşılığı İNSAN-I KÂMİL veya Hakikat-i Muhammedî, ya da değişik vasıfları itibarıyla Akl-ı Evvel, Ruh-u Â’zâm’dır!.. Âlemi ise Ceberût’tur!
Ceberût âleminde kesrete yer yoktur!
Burada tek bir bilinç ve bu bilincin kendi özünde bulduğu sayısız mânâlar söz konusudur!
İşte bu sebeple, kesret âleminde yer alan ikilemlerin hiçbirinin varlığından ve vücudundan, bu âlemde söz edilemez.
Madde dünyasında, fiiller boyutunda, yapılması gereken çalışmaları yaptıktan sonra bir kişi, kendisinde meydana gelen uyanıklık ile konunun derinliklerini araştırma gereğini duyar.
Varlığın aslını, özünü, hakikati, kendisinin ve gördüklerinin neden, nasıl ve hangi gaye ile meydana geldiğini araştırarak, yukarıda bahsedildiği üzere tarikat çalışmalarına başlar. Ve böylece melekût âleminin inceliklerine, sırlarına nüfuz eder.
Melekût âlemine nüfuz eden kişi, burada müşahede etmeye başlar ki, pek çok varlıktan oluşan bu âlemde fâili hakiki TEK’tir! Her bir varlık, gerçekte O TEK varlığın isteğine uygun bir şekilde, O’nun irade ve kudretiyle kaîm ve görev yapmaktadır. Gerçekte o varlıkların, asla bağımsız birer vücutları yoktur!
İşte bu seyre, tarikat seyri denilir ve nihayeti Ceberût âlemine varır. Müşahedesinde çokluk kavramı kaybolur, çokluk görüntüsünün ardındaki TEK’in irfanı başlar! Kişi bu durumda, Nefs mertebeleri diye anlatılan sıralamada üçüncü basamakta yer alan “Mülhime nefs” seviyesindedir!
Ancak burada çok önemli bir nokta var ki, eğer burayı anlamadan geçersek, daha ilerideki merhalelerde çok büyük yanılmalar oluşur.
“Mülhime Bahsi” ve “Bilincin Arınışı” isimli söyleşi kasetlerimizde çok geniş bir şekilde izah ettiğimiz gibi, bu geçiş basamağı son derece önemli bir yükseliş bölümüdür.
Eğer “Mülhime nefs” mertebesi iyi tanınmazsa, kişi yanlış değerlendirmesi yüzünden küfre veya gizli şirke çok rahatlıkla düşebilir!